27 Mayıs 2013 Pazartesi

homeless lardan jeep le dolaşmaya ....

Sevgili Kaptan,

Seyir defterine bilirim ki Londra’yı yazmamı beklersin…  Gezginler için kendi gözümden küçük notlarım olacak ama hikaye bu sefer gezide değil…

Sana “Onur” u anlatmak istiyorum…  

Henüz 23 yaşında, üç yıl önce gelmiş Londra’ya. “İlk geldiğimde – yes- demekten başka tek kelime konuşamıyordum” diyen Onur’un, İngiltere’de bir hayat kurması ve çalışma izni alması ise ayrı bir olay.  Bu tip hikayelere aslında çoğumuz alışığız ama Onur’u benim gözümde ilginç yapan sorularıma verdiği düz cevaplar. Basit bir mantık ve kendi dünyasındaki yalın gerçeklik. Kafamı karıştırmaya ve hep alengirli düşünmeye alıştığım için onurun hayat karşısında ki yalın duruşu beni hemen içine aldı hikayesinin.
Onur, geceleri  bisiklet sürerek daha çokta turistlere hizmet ederek taşımacılık yapıyor. Bir gece sabaha karşı saatlerde yolda yürürken konuştuğumuzu duyup “abla bende türküm” diyen sese “merhaba” dememle başladı muhabbetimiz.  Aslında Londra’da bir Türk’e rastlamak değil, rastlamamak acayip bir durum.  Ama Onur’un belli ki konuşası gelmiş o gece.  



Hikayesini  büyük bir hevesle bir çırpıda anlattı. Anlatırken sesi tek nota ve gözleri donuk bir şekilde boşluğa bakıyordu. Sıra hayallerine geldiğinde bir anda neşelendi. Önce gözleri parladı sonrada gülmeye başladı.  İnsan hayalleri için yaşıyor kaptan ya da gerçekleşmeyen hayallerine inat…

Onur için, Londra’nın en güzel tarafı günde iki kez Starbucks’a gidecek parasının olması ve Mc Donalds’ın fakirlerin mekanı olduğu bir ülkede yaşamanın rahatlığı… Birde kız arkadaşı… Psikoloji bölümünde okuyan, iyi bir ailenin kızı olan sevgilisinden bahsederken ben ona çok yetersizim ama yine de beni seviyor… demesi hayret vericiydi… 

Onur’un hayali, Londra’da bir restoran açmak… Ama öyle bizim Türk kebapçıları gibi değil… Onur’un deyimiyle “ciggsiiii olacak abla” “öyle herkes giremeyecek içeri”….
İçimdeki annemin ruhu dile geldi sohbetimizin bir anında “yavrum okula falan gitsene sen bak dilini de biraz daha geliştir böyle olmaz” dediğimde güldü bana.  “Abla, burada benimle bisiklet işi yapanların çoğu Polonya, Fransız, Yunanistan da üniversite okumuş…. Türkiye’den gelen biyoloji öğretmeni bile var, ben 4 bin lira kazanıyorum sadece günde 4 saat çalışarak, okusam Türkiye’de ne yapıcam ayda 2 bin liraya çalışmam ki ben…”



Israrla devam ediyorum (annem de ısrarcıydı, çıkmıyor içimde ki ruhu), ama bak kariyerin olur, dünyayı algılaman değişir, para her şey değil… Hazır gündüzlerin boş burada ücretsiz okullar var, eğitimin zararı olmaz….falan filan gece sabaha karşı 4 sularında böyle laflar….
Onur dedi ki “abla ya ben Türkiye’ye geldiğimde jeep’e binmek ve lüks mekanlarda gezmek istiyorum, o senin dediğin okullar bana bunu vermez…”

Onur, o jeep’e binecek… bebekte dolaşacak… Luca’da bir kadeh bir şey içecek…
Onur, renkleri tam olarak göremeyecek, onur notaların yetmediği melodileri dinlemeyecek, onur bir romanı okurken hiç çıkmadığı bir yolculuğa çıkmayacak, onur derin bir nefes alıp görünen dünyanın ötesine bakmayacak….

Ama Onur jeep’e binecek, başarmanın tadını yaşayacak, onu kaybetmemek için çalışacak, çalışacak ve çalışacak… Sonra gün gelip anladığında, çocuklarının okuması için daha çok çalışacak… Onlara para yağdıracak… Onur’un çocukları ise babasının jeepiyle …….. bu hikaye aslında hepimizin hikayesi, neden kutsal kitapta yer vermemişler aceeeebaaa….

Birde benim sokak sanatçısı ve evsiz olan bobie var… Müthiş bir yetenek . Renkli tebeşirlerle yerlere resim yapıyor. 20 yıldır evsiz… 50 li yaşlarda… “Gözümü açtığımda genelde nerede uyandığım bilmem ve hemen etrafıma bakarım gece nerede sızmışım diye, bu beni yaşama bağlayan en büyük tutku” derken… Hayattan vazgeçmişliği mi yoksa hergün yeni hayata başlangıcı mı güzel bilemedim… Ama Onur’dan daha mutlu ve gülümserken içinde ki kahkahası yaşama yaşam katan cinsinden bobie’nin…


Birlikte yerlere resim yaptık, para dilendik, şarap içtik ve güldük… Hayalleri yoktu sadece o anı vardı…
Bobie ve Onur, bana Londra’nın iki güzel armağanı oldu…
Gemiye selamlarım olsun kaptan,

Saygılarımla,
Seyr-i Alemciniz…







15 Mayıs 2013 Çarşamba

Hayat bir yol demiştik başında...

Sevgili Kaptan,

Yola çıkmak üzere hazırlıklar neredeyse tamam gibi. Birkaç eksik dışında. Başta özürlerimi ileterek yazıyorum size bu sefer ki rota için gönüllü değilim. Ama hayat yol demiştik başında; bazen istemesek de bizi nereye götürürse oraya kırarız dümeni. Hatırlarsanız size kızardım, rüzgara göre yol aldığınız zamanlarda. Bildiğiniz varmış, doğa bizden hep bir adım öndeymiş...

Kırgınlıkla gidiyorum belki de dünyanın sayılı şehirlerinden birine. İlk defa başka bir yerde aklım, kaygılarım elim kolum...

Ülkemde tuhaf oyunlar her yerde hayalet gibi görünmez gölgeler gezici tiyatro misali şov yapıyor...

Başka yerlerde başka türlü sonsuz faydam olabilirdi birilerine. Hem de hiç tanımadığım belki de asla karşılaşma şansımın olmayacağı insanlara yardım edebilecek bir şeyler yapabilecekken, gidiyorum. Hemde basit bir macera biraz eğlence ve dağıtmak üzere...

Gönülsüzüm, isteksizim ve yarım kalmış gibiyim.

Her yol hikayelerini doğurur, gebe kalmış babası olmayan bir yolculukta piçlere ne anlatacağımı bilmiyorum... Ama madem yosmalık yapılacak en alasını görmeye hazırım...

Kaptan, seyir defteri gerçekleri yansıtmıyor, çünkü gerçekler yaşanıyor, tasvirleri yazılıyor... Kelimeler arafta ve cehennem ise insanların yüreğinde...

Cennetimi size bırakıyorum... Her zaman dönmeyecek gibi giderim. Her yola ilk defa çıkıyormuş gibi yaparım. Bu sefer dönmek için sabırsızlanmaya  başladım.  Bıraktıklarım benimle, anlatamadıklarım sizinle kalsın...

Yolumu aydınlatın.
Gemiye selamlar olsun.

Saygılarımla,

Seyr-i Alemciniz


10 Mayıs 2013 Cuma

Portakal Kokulu Şehir : “ANTAKYA”




Hiç kokuları saklamak istediğiniz anlar oldu mu? Eminim en az bir kere de olsa bu duyguya kapılmışsınızdır. İşte Antakya’ya öyle bir zamanda gittim ki, kokusunu özleyeceğim bir gezim oldu. Bu yazıda size kendi deneyimlerimden yola çıkarak şehri nasıl gezeceğinizi anlatmak istiyorum.


Doğu illerinde dolaşmış ve oranın havasını almış olanlar için çok renkli bir şehir olduğunu söyleyemeyeceğim ama benim gibi gezipte her çiçeğin balı farklıdır diyenlerdenseniz eminim bu şehir size gerçek yüzünü büyük bir cömertlikle gösterecektir.

Bir kere hikayenin sizi bulmasını istiyorsanız lütfen şehirde yürüyün ya da gideceğiniz yerler için dolmuş, otobüs gibi yerel ulaşım araçlarını kullanın…

Şehrin merkezinde bir yerde kalmanız işinizi kolaylaştıracaktır. Ben öğretmen evinde kaldım fakat keşif sırasında bulduğum bir yer var ki tekrar gittiğimde orayı tercih edeceğim, sizlere de şiddetle tavsiye ediyorum.


Burası çarşının nerdeyse orta yerinde olan ama yüksek duvarlar ile şehrin kalabalığından ayrılmış “Antakya Katolik Klisesi”.  Muazzam bir avlusu, dingin bir atmosferi ve pırıl pırıl çalışan insanları var. Evet bildiğiniz tarihi kilise.  Kilisenin içinde birde misafirhanesi var. Odalar temiz ve otantik. Üstelik oldukça uygun fiyatlı. Otel hizmeti beklemeyip sadece yatmak için bir yere ihtiyacınız varsa mutlaka burayla bir görüşün derim. Fakat oda sayısı az olduğu için gitmeden mutlaka arayıp rezervasyon yaptırın. İşte bilgileri :

P.Domenico (Valentino) Bertogli (Antakya Katolik Klisesi)

Kurtuluş Cad. Ataman Demir Sok. No: 6 PK 107 Antakya
Tel: +90 0326 215 67 03

Antakya deyince hepimizin aklına yemek geliyor…. Muhteşem Hatay mutfağı… Gerçektende oldukça lezzetli şeyler tattım. Sanırım, oldukça farklı kültürlerin kaynaşık yaşadığı şehrin yemeklerinin bu kadar lezzetli olmasının sebebi bu kültür kesişimi.

Yemek için farklı tavsiyelerim olacak… Bu konuda ne kadar hassas ve meraklı olduğumu bilirsiniz… İlk olarak Leban ile başlayalım…

Leban, Gazipaşa Caddesinde Ortodoks Kilisesinin hemen yanında çok eski ve neredeyse Hatay yemekleri denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri… İlk defa 1924 de kurulmuş… Nesilden nesilede devam ettirilmiş… Üstelik fiyatları da oldukça uygun. Daha sonra turistik olarak benzerleri lüks bir şekilde dizayn edilip şehrin çeşitli yerlerine açılmışlar ama siz beni dinleyip bu eski lokantaya mutlaka gidin. İçeri girdiğinizde alt katı mutfak müzesi olarak dizayn edildiğini göreceksiniz. Burada oldukça eski mutfak araç gereçleri var. Bazılarının büyüklüğü dehşet verici. Birkaç fotoğraf almak isteyeceğinize eminim. Oturmak için terası tercih edin. Yani dördüncü kat. Manzarası şehri görmek için oldukça uygun. Çalışanları öyle sempatik ki sizi evinizde gibi hissettirmek için ellerinden geleni yapacaklardır.  Leban’ın anlamını merak edenler için hemen yazıyorum; Arapça bir kelime ve Türkçe karşılığı yoğurt. Ayrıca Leban Kelimesi, Arapça ve İbranice ortak kullanılan tek kelimedir ve beyaz anlamına gelmektedir. İbraniler ve Araplar bu kelimeyi Lübnan Dağlarının karının beyazlığı içinde kullanırlar.


Gelelim ne yemeniz gerektiğine… Leban’a kesinle oldukça aç gidin… Ve çok geç saate kalmayın zira yedikleriniz, kolay hazmedilecek şeyler değil… Bir kere burada ki masanız sadece mezelerden ibaret olsun… Kebap ve et faslı için durağımız ayrı bir yer… İsimlerini yazacağım mezeler ile masayı donatın ve sıcacık gelen pişi ile hepsini bandıra bandıra afiyetle yiyin… Yazarken bile hala iştahım kabarıyor; tadacağınız lezzetler gerçekten sıradan değil. Bazılarının İstanbul’da da yemiş olabilirsiniz ama inanın bana alakası yok… Şimdi siparişinizde olması gerekenler ; Tereyağlı fıstıklı humus ( bunun için ölebilirim ki normalde humusdan hiç haz etmezdim) , Bakla, Cevizli Biber, Süzme Yoğurt, Tarator, Zeytin ve Zahter Salatası, Abugannüç, Patlıcan ve Biber Yoğurtlama, Oruk, Lebannigra… Bu mezeler ile tam olarak padişah sofrasında ağırlanmanın keyfini yaşayacaksınız… Üzerine kahvenizi içmeden oradan ayrılmayın…

Gelelim kebap kısmına… Misss gibi etler gelsin… Tepsi ya da kağıt kebabı yörenin en çok bahsi geçen et sunumları arasında… Size önerim tepsi kebabı… Uzun çarşının içinde kasaplar göreceksiniz. Bildiğimiz eski usul mahalle kasapları. İçeride ya da dükkanın önünde gayet salaş masalar var…  Et yiyeceksiniz buralarda yemelisiniz. Ne kadar yemek istediğinizi söylüyorsunuz, bildiğiniz satır ile gözünüzün önünde hazırlanıyor hemen yakında ki ekmek fırınının odun ateşine tepsiler yollanıyor çıktığı gibide masanızda… Bazılarınız için görüntü ya da ortam pis gelebilir ama ben parmaklarımı yerken her şey cennet gibi görünüyordu gözüme… Hassas olanlar için şehirde şık ve güzel restorantlarda mevcut oralarda et yiyebilirler…  Yemek serüvenimiz henüz bitmedi… Tavuk ve Balık içinde önerilerim olacak… Ama şimdi biraz şehirde nereleri gezeceğinize değinelim…

Bu yazacaklarım, şehrin merkezinde yürüyerek keşfedeceğiniz yerler. Bazen halktan birine sorduğunuzda minibüse yönlendirebilir sizi ama inanın yürüyerek yapacağınız keşif daha eğlenceli.  Araçlı gidilecek yerleri yazacağım size zaten…

  1. Hatay Arkeoloji Müzesi

Hatay Müzesi Cumhuriyet Alanında, Asi Irmağı kenarında ve köprü yakınında bulunmaktadır. Arkeoloji Müzesinin yapımına 1934 yılında başlanmış, 1948 yılında ise ziyarete açılmıştır. Müze, mozaik koleksiyonu bakımından dünya da ikinci sırada yer almaktadır. Bu müzeyi gezmeden mutlaka mozaikler hakkında biraz okuyun, hatta küçük bir kitap edinin. Çünkü her birinin hikayesini bilince bakmak daha da anlamlı geliyor. Antepteki mozaik müzesi gibi modern ve büyük bir yapı olmasa da içinde yer alan eserler bakımından görülmeye değer bir arşiv sergiliyor. Tabi sikkelerin olduğu bölümde ayrıca güzel.




  1. Ortodoks Kilisesi

Antakya Hürriyet Caddesinde bulunan kilisenin yapımına 1860 yılında başlanmış, büyük depremin ardından 1900 yılında tekrar restore edilmiştir. Kudüs’ten sonra en eski kilise ve Doğu Ortodoks Kiliselerinin en güzelidir. Ayrıca size bahsettiğim Leban Lokantasına çok yakındır.



  1. Havra

1700 yıllarında, Antakya Kurtuluş Caddesinde ki bir binanın Havra’ya dönüştürüldüğü tahmin edilmektedir. Havra’da bulunan mukaddes kitap “Tevrat” ceylan derisine İbranice yazılmış olup, 500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Düzenli olarak Musevi Cemaati burada ibadetlerini yapmaktadır.

  1. Katolik Kilisesi

Burası size adres bilgilerini verdiğim konaklamanız için tavsiye ettiğim kilise. Katolikler 600 yıl aradan sonra tekrar Antakya’ya yerleşmişlerdir. Buraya ilk gelenler bir kilise ve çocukları için bir okul açmışlar, daha sonra da Antakya’ya gelen Fransız rahipler ise buraya bir manastır kurmuşlardır. 1852 yılında dönemin padişahlarından bir Katolik Kilisesi kurmak için izin almışlar birkaç yıl içinde bu kiliseyi yaptırmışlardır. Bu kilisenin bahçesinde çanın bulunduğu yere mutlaka çıkın. Doğru açıyı yakalarsanız, aynı kare içinde cami minaresi ve kilisenin çanını çerçeveleyerek anlamlı bir fotoğraf karesi yakalayabiliyorsunuz. Benim kiliseyi ziyaretim sırasında, camiinin imamı yapılacak olan bir etkinliği haber vermek üzere kilise yetkililerinin yanına gelmişti. İmam olduğunu bilmiyordum. Kilise yetkilileri, hakkında buranın nurlu ve ilmi bir adamı kendisine çok saygı duyuyoruz mutlaka tanışmalısınız diyerek inancın ibadethane duvarlarını yıkıp insanlık noktasında olabileceğini birebir gösterdiler. Antakya insanı farklı inanç ve kültürlerin ortak yaşamına oldukça sık tanıklık edeceğiniz hikayeler ile süslü.





  1. Eski Antakya Evleri

Antakya sokaklarında dolaşmak ve eski şehrin atmosferini koklamak için daracık mahallelerde dolaşmayı sakın unutmayın. Antik Çağ’daki Antakya evlerinin bir avlu etrafında gelişen plan şemasına ve bazı mimari özelliklerine asırlar sonra inşa edilmiş olan eski Antakya evlerinde de rastlamak mümkündür. Özellikle aynı içe dönük yaşayış sokak ile minimum ilişki ve antik çağdan bu yana gelen mahremiyet duygusu evlerin mimari karakterinin oluşmasında ona belirleyici unsur olmuştur. Birbirine benzeyen ve genellikle iki katlı olan evler taş, kerpiç ve ahşaptan yapılmıştır. Evlerin cepheleri genellikle güney ve batıya bakmaktadır.








  1. Habib-i Neccar Camii

Aslında merkezde görülesi camii sayısı daha fazla. Meraklıları gitmeden internetten bu bölgedeki camiler hakkında bilgi alabilirler. Ben önemli olanlardan bir tanesini seçip yazmak istedim. Çünkü bir gezi haritası çıkarırken zamanla yarışmanın da getirdiği bazı ayrıştırmalar oluyor. Şehir merkezinde geçireceğiniz uzun bir tam gün için o yüzden sadece 9 noktayı belirledim. Cami, Antakya’nın 636 yılında Arapların eline geçtiği dönemde inşa edilmiştir. Bugün ki Türkiye sınırları içinde inşa edilen ilk cami olduğu kabul edilmektedir. Kurtuluş Caddesinde bulunan Cami, Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalının adını taşımaktadır. Caminin kuzeydoğu köşesinde yerin 4m altında Habib-i Neccar Türbesi bulunmaktadır. Etrafı medrese odaları ile çevrilidir. Cami avlusunda bulunan şadırvan 19 yy eseridir.




  1. St.Pierre Kilisesi

Bu kiliseye dolmuşlarla gidebileceğiniz gibi yürüyebilirsinizde. Şehir merkezinden yürümeye başladığınızda mesafesi Beşiktaş Kabataş arası diyebiliriz. Kilise, Reyhanlı karayolu üzerinde Habib-i Neccar Dağının uzantısı olan Haç (Stauris) Dağı’nın eteğindedir. 13m uzunluğunda, 9.5m genişliğinde ve 7m yüksekliğinde doğal bir mağaradır. Hz. İsa’nın ölümünden sonra havarilerinden St. Pierre Antakya’ya gelerek (MS I yy ilk yarısında) burada telkinlere başlamıştır. İsa’ya inanlara Hıristiyan adı ilk kez burada verilmiştir. 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından burası Hıristiyanların Hac yeri olarak kabul edilmiştir. Her yıl 29 Haziran’da St.Pierre Günü (Bayramı) kutlamaları yapılmaktadır.






  1. Uzun Çarşı

Gelelim alış verişe. Antakya’dan alacaklarınız ve bence uçağınıza doğru yola koyulmadan uğrayacağınız son durak burası olmalı. Her şeyi bir arada bulacağınız bu çarşıdan almanız gerekenleri kısaca şöyle özetleyebilirim. Yörenin vazgeçilmezi Nar Ekşisi… Taze ve kurutulmuş kekik… Yöreye has peynirler. Vakumlu künefeler… Salça… Sevenler için sele zeytin. Defne Sabunu… Ve damak tadınıza göre bulacağınız birçok şey… Fiyatların uygunluğu bakımından taşımaya değer. Özellikle taze kekik bence olmazsa olmazınızdır…









  1. Antik Cam Evi


Burası aslına bakarsanız tarihi mekanlar arasında sayılamaz. Ama benim gibi bir şişe koleksiyoneri için şehrin en keyifli mekanlarından biriydi. Görülmesi ve sahibi ile tanışılması konusunda da tüm içtenliğimle öneride bulunuyorum. Camın ilk keşfedildiği yerlerden birisi Antakya civarıdır. Binlerce yıl Antakya civarında gezgin cam atölyeleri cam objeler üretmiştir. Bu antik cam evinin şimdiki sahibinin babası Asaf Asfuroğlu ise Antakya’da ki sabit cam atölyesini kuran kişidir. Bu atölyeden kalan birçok araç gereç ve ürün ise 140 yıllık tarihi bir Antakya evinde sergilenmektedir. Aynı zamanda evde yer alan atölye de Roma, Bizans ve Fenike Dönemine ait parfüm, ilaç ve gözyaşı şişelerinin röprodüksiyonları yapılmakta ve satışa sunulmaktadır. Şimdiki varis olan, Şadi Asfuroğlu bu işe yüreğini koymuş bir usta. Asıl mesleği olan dişçilik ile hobi olarak başladığı cam ustalığı arasında ise muazzam bir köprü kurmuş. Kendine has geliştirdiği aletler takdire şayen. Yalnız müzeye gitmeden mutlaka kendisini arayın. Son derece misafir perver olan Şadi Usta’dan dinleyeceğiniz hikayeler ve evin içinde yapacağınız geçmişe yolculuk gezinize masalımsı bir hava katacak. Müze hakkında birçok bilgiye www.antikcamevi.com sitesinden ulaşabilirsiniz.



Şimdi şehir merkezinden uzaklaşmadan önce gelelim “künefeciler meydanına”… Antakya da yemekler bir yana tatlılarda hatırı sayılır cinsten… Bu kadar yemeğe bir sürü obez insan bekliyorsunuz ama yerel halk anatomik olarak tipik doğu insanı özelliği gösteriyor. Gezimizin şehir merkezi etrafında olan kısmını bitirdikten sonra yavaşça artık dışarılara açılma vakti geldi. Şimdi sizi çok güzel iki yere götüreceğim… Önce sahile inip Çevlik’te Akdenize bakacağız sonra da dağlara çıkıp Vakıflı köyünü ziyaret edeceğiz…

Çevlik

Çevlik’e gitmek için şehir merkezinden Samandağ Minibüslerine binin ve son durakta inin. İndiğiniz yerde sahile inen bir başka minibüse aktarma yapın. Zaten kime sorsanız hemen gösterecektir. Şehir merkezine yaklaşık 1.5 saatlik mesafede olduğumuz için gün ışığından faydalanmak ve gezeceğimiz noktaların keyfini çıkarmak adına sabah erken saatte yola düşmekte fayda var derim ben.

Çevlik, küçük bir tatil beldesi. Ülkemizin en uzun ikinci sahiline sahip. Ayrıca mersinle birlikte caretta carettaların yumurtalarını bırakmak üzere geldikleri kumsallara sahip. Bu güzel sahil beldesinin ise en kötü tarafı yeterince temiz olmaması. İnsanı üzüyor dediğim bazı şeylere tanıklık edebileceğiniz gibi doğanın muhteşemliği karşısında da elinizin kolunuzun bağlandığı zamanları yaşıyorsunuz. Sezon zamanında dünyanın dört bir yanından gelen turistlere ve yöre halkına ev sahipliği yapan bu kumsalların yakın zamanda koruma ve bakım altına alınması en büyük temennilerim arasında. Çevlik’in tatil beldesi olması yanında antik bir şehrin kalıntılarına ev sahipliği yapıyor olması da dünyaca önemli bir noktada olmasına sebep. Özellikle Titus Tüneli görülmesi gereken ilk yerlerden biri.


Titus Tüneli

Tarihi kayıtlara göre, "dünyanın ilk tüneli" olarak tanımlanan Titus Tüneli, Roma döneminde dağlardan inen suların sürüklediği tortuların limanı doldurmasını önlemek için çalışmalara İmparator Vespasianus (MS.69-79) zamanında başlanmış, oğlu İmparator Titus (MS.79-81) zamanında da tamamlanmıştır. Bu çalışma sonucunda da limanın dolması önlenmiştir. Bu mühendislik harikası olan tünel, 1000 kişilik esir ordusu tarafından 10 yıl boyunca çalışılarak açılmış.

Tünel Titus zamanında tamamlandı ve derenin önü bir duvarla kapatılarak sel suları , yüksekliği 7 mt. genişliği 6 mt olan bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtıldı, böylece limanın dolması engellenmiş oldu. 130 m'si tünel, kalanı açık kanal halinde olan tünelin uzunluğu girişten Çevliğe kadar 1380 m'dir

Günümüzde tünelin üzerinde blok taşlardan yapılmış, bugün de kullanılabilir durumda olan tek kemerli bir Roma köprüsü bulunmaktadır. Ayrıca kaya mezarları yine bu bölgenin önemli kalıntıları arasındadır.

Titüs Tünelinde dolanıp, kaya mezarlarına da uğradıktan sonra sahilde ki balıkçılarda keyif yapmadan buradan ayrılmamanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Özellikle yöreye ait olan dip balıklarını tatmalısınız. Eminim bu kadar lezzetlisini başka yerde yeme şansınız olmayacak.

Akdenizin havasını alıp karnımızı da doyurduktan sonra Samandağ’ına geri dönüp Vakıflı köyüne çıkmadan uğrayacağımız iki yer daha var.  Biri Beşikli Mağarası Diğeri ise St. Simeon Manastırı. Bu iki nokta ile ilgili şöyle bir bilgi vermek istiyorum. Konumları gereği normal dolmuş ile gitmek biraz sorunlu. Bu yüzden Samandağ’da özel bir araçla anlaşıp bütün noktaları daha rahat gezebilirsiniz. Ama bütçeniz ve vaktiniz yeterli değilse maalesef bu iki yeri es geçip merkezden dolmuşla direkt Vakıflı köyüne geçmeniz gerekecektir.

Beşikli Mağarası. “Seleukeia Pieria” ya da diğer bir deyişle “Pieria’daki Seleukeia” antik kentin en önemli kalıntılarından biri olan Beşikli Mağara tamamen kayaya oyulmuş mezar kompleksidir. 18. ve 19. Yüzyıl seyyahlarınca seyahat kitaplarında krallar mezarı olarak tanımlanmış W.Barlett tarafından gravülleri çizilmiştir. Mezar odasının bulunduğu alan eski çağlarda ölüler şehri olarak adlandırılan bir nekropol alanı olarak düzenlenmiştir.


St. Simeon Manastırı ; Samandağ İlçesi yolu üzerinde Değirmenbaşı beldesinden ayrılan bir yolla gidilen Aknehir Beldesi sınırları içinde 479 metre yüksekliğinde bir tepe üzerinde kurulmuştur. M.S. 6 yüzyılda yapılan Manastırın sekizgen avlusunun ortasında doğal bir kayadan yapılmış sütun mevcuttur. St. Simeon buraya M.S. 541 yılında gelmiş ve 592 yılında ölmüş olup. St.Simeon’un ölünceye kadar bu sütün üzerinde yaşadığına inanılır.  



Vakıflı Köyü


Portakal çiçeklerinin kokusunu hafızanıza kaydetmek ve asla unutmak istemeyeceğiniz bir deneyime hazırlıklı olun. Ülkemiz birçok güzel köye ev sahipliği yapmaktadır ama Vakıflı bir başka denilesi cinsten bir havaya sahip.

İlçe merkezine 4km uzaklıkta narenciye bahçeleri içerisinde yer alan Samandağı’nın en şirin ermeni  köylerinden biri. Aslında sadece bu köy için özel bir yazı hazırlanacak kadar da hikaye barındırıyor içinde. Köy merkezinde 1860 lı yıllarda inşa edilen ve 1997 yılında estetik mimarinin güzel bir örneği olarak restore edilen Meryem Ana Kilisesi ile karşılaşırsınız. Kilisenin bahçesine uğramışken köyü yaşatmak adına kurulan ve köy kadınlarının el emekleri ile hazırlanan, nar ekşisi, şuruplar, şaraplar, reçeller ve tadına doyamayacağınız likörlerden mutlaka almalısınız. Ayrıca uzaktan sipariş verdiğinizde kargoyla evinize kadar gönderiyorlar. Benim favorim köy kadınlarının yaptığı portakal çiçeği reçeli ve tuzlu yoğurt süzmesiydi. Kiliseden aşağıya doğru yürürken köyün evleri dikkatinizi çekecektir. Merkezde ki köy kahvesinde çayınızı içip minibüsün sizi almasını beklerken yerel halkla yapacağınız sohbetin tadını çıkarın.


Oldukça yoğun geçen bir günün sonunda şehir merkezine dönüş ve yarın sabah yapılacak olan Harbiye gezisi için hazırlanmak üzere dinlenmelisiniz. Antakya için önerim 3 tam gün ve 2 gecedir. Bu durumda kısa bir plan yapmak gerekirse, uçağınızı erken saatte hatay’da olacak şekilde seçin. İlk gün sabah eşyalarınızı otele atar atmaz, şehir merkezi gezinizi rahatça yapabilirsiniz. İkinci gün, Çevlik ve Vakıflı civarları. Üçüncü gün ise gece geç saate dönecek şekilde uçuşunuzu ayarlarsanız son derece yeterli ve keyifli bir serüveni tamamlamış olursunuz.

Gelelim üçüncü gün yol hikayemize, az önce de bahsettiğim gibi sabah erken kalkıp odayı boşaltıp valizleri emanete bırakır bırakmaz önce Harbiye’ye gideceğiz oradan Uzun Çarşıya gelip alış verişimizi yapacağız sonrada havalimanı yoluyla kürkçü dükkanına dönüş.

Harbiye (Daphne)

Harbiye’ye yine şehir merkezinden kalkan dolmuşlar ile gidebilirsiniz. Bu dolmuşlar giderken başka dönerken başka bir yol kullanıyorlar. Özellikle dönüş yolu süprizli. Harbiye’nin en önemli özelliği şelaleleri. Her yerden çağlayan sular bir bakıma sizi cennete çağırıyor gibi ama her şelalenin dibine kurulmuş çay bahçeleri ise bir o kadar cennetten kovulma isteğinizi artırıyor. Harbiye ile ilgili yetkililere bir talepte bulunmak istiyorum. Burayı doğal park ilan edip, çay bahçeleri için ise başka bir formül yaratsınlar eminim hem işletmeler hem de doğal güzellik için çok daha iyi bir sonuç elde edilecektir.


Şelalerin sesi, havanın temizliği derken acıkacağınız bu yerde tavuk yemenizi öneririm. Özel sosla hazırlanıp mangalda pişirilen tavuk eti oldukça lezzetli. Ayrıca Suriye’den gelen kaçak malların satıldığı minik bir pazarın içinden geçerken de çeşitli hediyelik eşyalar almanız mümkün. Fotoğrafçılar için enstantene denemelerine poz veren çağlayanlar oldukça farklı kompozisyonlara olanak verecektir. Maksimum yemekle birlikte iki ya da üç saatinizi alacak Harbiye yolculuğunun dönüşünde minibüse binin. Şehrin terası olarak anılan yerden geçen minibüs bütün Antakya’yı 360 derece görebileceğiniz yükseklikten geçerek merkeze dönüyor. Bu yolculuktan keyif alacaksınız. Ayrıca eğer St.Pierre Kilisesine gidemediyseniz sakın üzülmeyin, minibüs şehre tam kilisenin olduğu yerden dönüyor. Son fırsat hale elinizde. Orada inip kiliseyi gezip merkeze yürüyebilirsiniz.


İşte sonunda uzun çarşıya geri döndük. Alış verişinizi yapıp belki son kez tatlınızı yedikten sonra Havaş’ı arama ve havalimanına doğru yola çıkma vakti.

Gezginler için yol ve hikayeler bitmez. Başka yerlerde başka hikayeler ile görüşmek üzere.


Bunları Biliyor Muydunuz?


*Antakya Mozaik Müzesi Mozaikleri bakımından Dünyada ikinci sırada...
*St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın yayıldığı ilk mağara kilise...
*Asi Nehri Güney’den Kuzey’e ters akan tek nehirdir...
*Habib-i Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk camidir...
*Hatay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Devlet olma özelliğini kazanmış tek vilayettir...
*M.Ö 300 yılında kurulan Antakya, M.Ö I. yy antik dünyanın üç büyük şehrinden biriydi.
*Roma döneminde yapılan Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmıştır.
*Antakya müzesindeki para koleksiyonu dünyada 3. sırada yer almaktadır.
*Dünyada meşalelerle aydınlatılan ilk sütunlu cadde olan HEROD CADDESİ (KURTULUŞ CADDESİ) Antakya’dadır.


2 Mayıs 2013 Perşembe

İlişki Sendromu ve Soytarıları

Sevgili Kaptan,

İnsanoğlunun bazı halleri var ki bakıp da görmemek, görüp de görmezden gelebilmek neredeyse imkansız. Kendimi en izole hissettiğim dağlarda grupta çok konuşan insanların olmasına rağmen uzakta durabilme hakkımı kullandığımı bilirsiniz.






Ağaçlar, oksijen, patika, kayalar ve renkler... Araya girebilecek tek canlı börtü böcek kelebektir... Bir başka insan değil. İşte belayı çekebilme yeteneğim sayesinde bazen kilometrelerce yüksekte bile olan oluyor... 

Şimdi gelelim hikayemizin kahramanlarına. Bunlar 30 yaşını geçmiş uzun süredir bir ilişki yaşayamamış ve bir sürü saçma sapan hikayede kendine gözyaşı ve acı biriktirerek başkalaşan insan formundan oluşmaktadırlar. Her yerde karşınıza çıkabilirler, hatta siz bile o kabileden olabilirsiniz. Bu insanlar toplu halde ve kabilenin içindeyken son derece eğlenceli olurlar. Çünkü tipik halleri vardır hepsinin : "anı yaşıyorum şekerim" "dünya dursa ben durmam" "amaaan sabahlar olmasın" "hayata bir kere geliyorum"... neyse bunların türevleri böyle artar da gider... Bu palavraları sıkma anında hepsi çok şeker ve zararsızdırlar... Kabus bunların kabileden ayrılmalarıyla başlar. Buda tabii ki biriyle ilişki sürecine girilmesi olayıdır ki, aman allahım bigbang teorisi için bile bilim adamları o kadar kafa yormamıştır.

Bu kabileden arkadaşlarınız var ise mutlaka tanıklık etmişsinizdir. Bir ilişki mi başlıyor, yeni bir ulus mu kuruluyor ayırt etmek neredeyse imkansız. Ve kendinizi bir anda arkadaşınızın hayatının obsesif detayları için kafa yorarken bulursunuz. ( hemen koşarak uzaklaşın) 

Fakat kabus bununla bitmez, asıl "şiddet" ilişki başladıktan sonra yaşanır. Uzun süredir duyulan özlem, kafada çiftlerin yapabileceği şeylerin listesi, ukte kalmış fotoğraf parçalarına yerleştirilen kafalar... vs... vs... deliren bir kabile üyesi artık gücünün maksimum seviyesine ulaşarak "ilişki sendromuna" kapılmıştır. Büyük geçmiş olsun... Bu sendrom maalesef ölümcüldür... 

İşte benim dağlarda karşılaştığım çift bu sendromların hepsini sergiliyorlardı. İlişkinin başı ve ikisi de kabilesinden yeni ayrılmışlar. Kendilerini mutlu etmek adına sosyalleşmeye başlamışlar fakat çift olarak sosyalleşmelerinin getirdiği kaygıyla ortama zehirli gaz gibi titreşen ölümcül bir hava katıyorlar. Gerekli gereksiz her yerde, bununuza sokulan bir telefon ve peşinde "pardon fotoğrafımızı çeker misiniz?" ile başlayan diyalog, "bakim nasıl çıkmış?" "aşkım gözünü kapamışsın" "pardon, tekrar çekebilir misiniz?" ... Facebook birazdan bir çiftin daha ne kadar mutlu olabildiğine tanıklık edecek ve fotoğrafı çeken ben karşımda gördüm şeyin mutluluk olmadığını biliyorum.... Kaptan biliyorsun, aşk ya da ilişki düşmanı değilim ...Hatta ruhum sevgiden beslenir, bir adamı düşlemiyorsam yaşamıyorumdur... Ama bu "ilişki sendromu" yaşayanlar hasta ruhlular... Şimdi hepsinin ortak özelliklerini sıralayacağım ve bana hak vereceksiniz.

İlişki sendromu yaşayan çiftlerin ortak özellikleri:

1) Uzun süredir yaşadıkları yalnızlıklarından şikayet halinde olduklarını asla itiraf etmedikleri için, ilişkiye girer girmez aşırı sosyal eğilim gösterirler (çift olarak) Kahvaltı org., diğer çiftlerle yemekler, evde yapılan klasik şeyler.

2) Karşılarındakine kendilerini anlatma çabasına girişirler ki bu çoğu zaman kendi gerçekliklerinin dışında kafalarında yarattıkları karşısındakinin hayran olacağı kişiye ait çarpıtılmış hikayelerdir

3) Sosyal ortamda (facebook twitter) sürekli fotoğraf ve mutluluk içeren bildirim paylaşma halleri

4) Bebekçe konuşma denilen yeni bir dili gerekli gereksiz kullanma tavrı

5) Bitmek bilmeyen mesaj ya da whats up kullanımı, ki ilişki telefon sayesinde hızlı yol kat eder böylece beklenen tartışma ve kavga anlarına da hızla yaklaşılır

6) Hayatında eksik noksan ne varsa bu ilişkinin bunu kapatacağı beklentisiyle başlayan yanlış yolculuklar

7) Ortak nokta bulmak için çırpınışlar ki bu çoğu zaman körlük derecesinde, algıyı kapatma eğilimiyle başlar. Karşısındakini yalın olarak görmektense kendi yüklediği anlamlar etrafında başka bir dünyadan bakma halleri... kırmızı alarm burada çalmaya başlar. Çünkü hayal kırıklıkları yakındır...

8) Mesajlara gelecek yanıtların yarım saat gecikmesi durumunda yaşanan abartılı öfke nöbetleri... Kaygı, güvensizlik ve kötülük artık başını çıkarmaya başlamıştır...

9) Bu en büyük tehlike "can sıkıntısı"... artık birlikte yapılan etkinliklerde can sıkıntısı, trip atma, laf sokma vs olayların başladığı zamanlardır... "Neden hep aynı şey oluyor?" gibi anlamsız sorularla beyin yeme kısmı ise ara öğünleri bile efsane bir şölene çevirir...

10) Ayrılık çanları kimin için çalıyor? kısmında artık büyülü aşk gitmiş yerini asla konuşmayı beceremeyen iki yorgun ruha bırakmıştır... Facebook iletileri alıntı yapılan anlamlı laf sokmaca cümlelerinden ibarettir, çiftler arası haberleşme twitter dan sağlanır.. Hala bir şans vardır ama adımı karşıdakinin atmasıyla beklenen anlamsız bir girdaptır... Çoğu zamanda kimse adım atmaz.


İşte ilişki sendorumun genel döngüsü böyle.. peki bunun bir reçete ve tedavisi var mı? Elbette... Buradan bedavaya bilgi verecek değilim ama ben buldum!!!! Artık soytarı değil, sarayımın kraliçesiyim... Darısı başınıza.

Kaptan, galiba gemide kadın olmaması doğru bir kararmış. 

Hasretle, selamlıyorum sizi.

Seyr-i Alemciniz.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Suriye'de Savaş, Londra'da Konser ya da hayatının peşine düşmek

Sevgili Kaptan,

Karada işler her zaman ki gibi. Dönen bir dolabın bir içindesin bir dışında. Hayat akıntıyla aynı yönde sürüklüyor her şeyi. Üstelik çoğu zaman sormuyor ne isteyip istemediğini. Bir bakıyorsun akıntıda pislikler var bir yandan da sürprizler. 

Yeni bir yol arifesindeyim. Londra için hazırlık zamanları. Ama ilk defa uçağın yönünü değiştiresim var. Suriye'de olmak isteyen tarafım beni rahat bırakmıyor. İçimde küçük bir kurt gibi dolanıp duruyor. 





Bizler savaş görmeyen bir nesiliz. Bize filmler ya da haberlerden aktarılan vahşet görüntülerinin dışında politik oyunların ve silah sanayinin stratejilerini tartışmanın ötesine geçemedik. Şimdi Suriye'de olmak isteyen tarafımda insani tarafım değil maalesef. 

Derdim, tanıklık etmek ve gerçekleri anlatmak. Bugün Suriye'de yaşanan şeyin insanlığın bir ayıbı olduğunu durmadan söylemek belki. Her gün yaptığımız sıradan konuşmaların içinde yer almayan bir ayıp. Bize yapılan en ufak ayıplar için günlerce tribe girebiliyorken bir insanlık ayıbından bahsetmek çok mu klişe? Ya da böyle davranıyor olmaktan çekinmek ve tabi ki korkuyor olmak çok mu aptalca? 

Suriye'ye gitmek tehlikeli. Hatta çok tehlikeli. Peki Londra? 

Savaş silahlarla yapılır ama hayat için garanti veren "güvenlik" midir?

Yol öncesi sorularım ve kafa karışıklığım devam ediyor. 

Yakın zamanda size tekrar yazarım.

Yeni yol ve yeni hikayeler için güç toplama vaktim.
Gemiye huzur ve melodik rüzgarlar yolluyor.

Saygılarımla,

Seyr-i Alemciniz.