15 Temmuz 2013 Pazartesi

ARANILAN LİDERİ BULDUM!!!

İLERİ DEMOKRASİ.... TAM YOL İLERİ...

Türkiye'nin uzun zamandır kıvrandığı fakat bir türlü doğuramadığı bir lideri var. Bazen iş doğal yollar ile olmuyorsa evlatlık alacaksın! 

Önerim şu ki; her köşesi "kurumsallaşan" ülkemin yönetiminin de kurumsallaşması... Tam sayfa, dünya da ki bütün yayınlarda verin ilanı "BAŞBAKAN ARANIYOR! Aranılan özellikler; askerliğini yapmış, prezentabl, sosyal ilişkileri güçlü...... vs" ...

Sonra halk olarak değerlendirelim gelen CV'leri... Hem performans kriteri filanda koyarız; 6 ayda bir değerlendirme yaparız... Ekonomi nereye gitti, vergiler düştü mü? Benzin kaç para olmuş? Sıkıysa kötü çalışsın, kovulan bir başbakan olmayı kim ister!!!

Ben ileri demokrasiye inanmıyorum arkadaşlar, seçimlere, seçimle beni temsil edecek birinin motivasyonuna da... Bu hangi parti ya da hangi ideoloji olursa olsun iktidar problemleriyle gelir ve gider.

Bu ülkenin sıkı bir İK Müsteşarlığına ihtiyacı var... Bakın nasıl kalkınıyoruz kısa zamanda... 

Veril ilanı kurtulun!!!

Üç ay deneme süresi koyalım, SSK sını ondan sonra başlatırız. Ben İK cıları bu konuda çalışmaya davet ediyorum...

Seyr-i Alemci




19 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi notları -2-

Süpür çocuk...süpür...

Ben korkuyorum çocuk, saflığım anlaşılacak diye, içimde ki çocuğu alacaklar diye. Sen süpür çocuk, korkmadan süpür. Sen süpür ki dağılsın yüreğinde ki incinmişlikler, sen süpür ki kırılsın sana vurulacak zincirler...



Adı Vedat bu veletin. Hızlı koşuyor, cesur, ha bir de her şeye verecek bir cevabı var. Bakmayın yaşının küçük olduğuna senden benden çok görmüşlüğü var. Ama Vedat çocuk. Tek isteği var bizden; "gitmeyin sakın geziden" ...Neden Vedat? Utanır, sıkılır, güler... Anlarsın zaten sesinin tonundan;

"Sevgiyle açılmış bir kucağa, adam yerine koyulmaya ve iki çift samimi lafa kurban..."

Ah be Vedat, ne utanıp sıkılırsın? Hangimiz o kucak için koşmadık, hangimiz ben adamın diye bas bas bağırmadık hangimiz samimi bir kelime duymanın hasretini duymadık...

Utanma Vedat, sıkılma... Ömrün böyle geçecek, daha çok erken yorulma. Sen süpür, gülümseyerek süpür... Tozun, dumanın iliklerine işlesin yine de süpür... Zira, hayat hep böyle...

-Eee Vedat, büyüyünce ne olacaksın? 
-Beşiktaşlı olucam...
-Onu anladım zaten hepimiz olduk, başka ne olcan?
-Polis olcam...
-Neden Vedat?
-Biber gazı atacam... ama size değil abla, kötülere atacam...
-Kötüler kim Vedat?
-İşte bu ağaçları kesmek isteyenler...
-Ya onlarda bizim gibi kaçmazlarsa?
-Kaçarlar abla... ben onların ağazlarını açıp içine atacap gazları...

Güldük buna... epey bir güldük... o da güldürmek için böyle konuşuyordu zaten.  



Vedat'ın artık iyileri ve kötüleri var. Vedat'ın hayallerinin içinde bir park var. İçinde abileri ablaları... Vedat büyücek, adam olacak belki de dediği gibi "polis" olacak... Bir gün karşısına kendi gibi bir "çocuk" çıkacak... Belki hatırlayacak belki hatırlamayacak ama içinde bir ses bir tını derinlerden gelen bir şey duyacak. Tanıdık gelen bir şey. Sağduyu gibi, iç sesi gibi... Bu ona adalet verecek, merhamet verecek belki de tam tersi hepsini teker teker süpürecek.

Vedat, parkın içinden gelip geçti. Benim objektifime yakalandığını bilirken bilmezden geldi... Üç saniyelik tanışıklığımız oldu. Ben başka bir karenin peşine düştüm, o süpürmeye devam etti... Aslında hiç konuşmadık... Adını da bilmem, hayalini de... Gerçi bilsem de ne fark eder ki? Ha Vedat ha değil...

Bu hikaye ha gerçek ha değil ne fark eder ki?


Seyr-i Alemci

Hislenince zaman, akar akar akar...

Nefesle başlar yaşam, nefesle biter.
Peki şimdi soluduğum ne...
Bir yaşam vermiyorsa bu hava bana
Aldığım nefes değil de ne...

Müebbet yemiş bütün kelimeler sıraya girmiş
İsyan çıkarmak üzereler neredeyse
Suskunluk yemini etmişken
Bu hal, keder değil de ne?

Kırmak istemediğim gönüller;
Tahtıma otursunlar diye sırtımı dönmüşken
Ellerinde ki bıçak,
Kanıma susamışsa, bu zulüm değilde ne?

Korkar oldum yüzüne bakmaktan,
Başkasının gölgesi düşmüştür diye
Peki bu karanlık çöken ruhum
Bir fidanı sularda,
Senin ki susuzluk değil de ne?

Bir annenin ağıtından kaçılmaz
Birde dünyanın çarkından,
Bu sıçtığımın feleği
Küçük bir oyun değil de ne?

Saatler vurmuyor sanki zamanın beline
İnce bir sızı gibi düşüyorsun yüreğime
Ben senden geçtim de
İçimde kalan yara değil de ne?

Bir düğüm gibi oldun boğazımda
Gelişin düğün gibiydi oysa,
Halaylarla karşıladım seni
Şimdi okuduğum "mevlüt"ün değil de ne?

Sanma ki isyanım var bu hayata
Ben bir garip yolcuyum
Dolanırım dururum duygularımda
Neyim varsa sözümdür
Sözümde özümdür
Akar gider benden
Kelam olur,
Şiir olur,
Zaman gelir el olur.

Not: Gezi için hayatını kaybedenlere ithafen....

Seyr-i Alemci




18 Haziran 2013 Salı

BİZ ESKİDEN ÇAPULCUYDUK YAVRUM...

Merhaba Çocuk,

Sana 20 yıl öncesinden yazıyorum. O altında yattığın ağacın gövdesinden, ellerim soğuktan uyuşmuş, gözlerim yanmaktan zor görür halde, ıslanmış kıyafetlerim ise bütün bedenimi yakıp kavuruyor... Ama bana mısın demiyorum, yüreğimdeki ateş;  alev aldı bir kere... Söndürecek bir su, üfleyecek bir hava yok artık buralarda... 

Sanma ki savaştayız; biz bir "gülme" sevdasındayız... Gülünecek halimize ağlayanlar da var elbet, onlarda "analarımız"...

Sen o parkta yatıp yuvarlanasın, biranı açıp sevgiline sarılasın diye, biz çok güldük yavrum... Durmadan güldük... Gözümüzün yaşı dinmedi gülmekten (!)




Gülümsedik sonra hiç tanımadığımız birine... Öyle yoldan geçen, belkide bir daha hiç karşılaşmayacağımız bir çift yabancı göze... Sanki gözler buluştukça, o yabancılık dağıldı... Gülümseyen gözler arttıkça baktık ki tanıdık bir şeyler var içinde... Benden bir şey, senden bir şey, bizden bir şey... İşte o anda, birden renklendi dünya... Duvarlar, ağaçlar, yerler... İnsanlar... Gökkuşağı gibi sardı dört bir yanımızı... Sana o renklerin içinden yazıyorum yavrum (!) 

Yeşiline, alına, moruna, siyahına, beyazına sahip çık sende !

Biz o parkta gerçekten güldük yavrum... Vurdular güldük, yaktılar güldük, sövdüler güldük... Bazen sinirlerimiz bozuldu ona da güldük... Gülmekten ölenler bile oldu aramızda... Onları unutma yavrum, unutma ki değerlerin yaşam boyu en sağlam temellerin olsun.

Sonra yorulduk ve durduk yavrum... Gülmekten o kadar bitkin düşmüştük ki "durduk"... Dünya döndü, devran değişti biz "durduk".  Niye mi durduk? Birisi sana gelip "burda ne duruyosun yürü git" demesin diye durduk... Sen istediğin yerde durabil diye durduk... Bazı duran akıllara karşılık, sakince durduk...

Sen çok okudun, izledin, dinledin biliyorum yavrum... O parkın hikayesini en az yüz bin kere dinledin. Ama bir şeyi dinlemedin; gece karanlığında ürkerek çarpan taze yürekleri... Şimdi kapat gözlerini, yaslan yaşlı ağacın gövdesine, çalan melodide hepimizin yüreği var yavrum...


gezi notları -1-

Seyr-i Alemci





10 Haziran 2013 Pazartesi

geziden sesleniş...


BİR DİRENİŞÇİNİN SESLENİŞİ...


Merhaba, Gezi Parkı hakkında yazmaya geldim yine.
Bu kez güzel şeyler değil fakat yazacaklarım. Maalesef değil.

Bir kere parka dair yanılgıları anlatayım dilim döndüğünce.
Parkta yaptığımız şeyin adı "Eylem" değil artık. Orada olan şeyin adı "İşgal" olmuş durumda. 10. gün bitti. 10 koca gün. Ve biz bir şey yapamadık. Bir şey kazanmayı bırak; doğru dürüst bir şey bile isteyemedik. Bakın, çok önemli bu nokta, bizim isteklerimiz bile belli değil daha. Ve maalesef eylem düşüş sürecine girdi artık.

Daha önce de belirttim, kendi gözlerimi anlatıyorum ben neredeyse sürekli parkta kalan biri olarak. Düşüş sürecine girdi dedim, neden öyle dediğimi anlatayım. Bıktık bir kere. Yorulduk artık. Her sabah "Gündoğdu Marşı" ile uyanırdı Gezi, bu sabah söylenmedi. Söylense bile çok cılızdı. Belirsizlik bizi yoruyor, yordu. Polis müdahalesi olmadıkça daha da çöktük.

Biz o parkı işgal etmek için mi geldik yoksa parkı halka kazandırmak için mi? Her yere çadırlar kuruldu, her yere. Parkta oturacak yer kalmadı, yürünmüyor. Parkta meydan bile kalmadı doğru düzgün. Direnişçi çadırlarını hadi bir nebze anlarım ama nerede bir siyasi parti var, bir dernek var, bir örgüt var; çadır kurdu parka. Işıklandırdılar çadırları. Her yerdeler. Sodep, Ödp, Tkp, Edp, Dsip ... niceleri daha. Dostum hani siyasi değildik? Parkı işgal ettiniz bildiri dağıtımı yaptığınız çadırlarınızla, oturacak yer kalmadı. Ben senin bildirini almak için mi geliyorum oraya? Senin propagandalarını dinlemek için mi geliyorum? Yahu arkadaş dün gece saat sabahın 4'ü, gelmiş bana bildiri veriyor Ödp. Tayyip şöyle yapıyor, Akp böyle yapıyor ... direnelim... Lan saat zaten sabahın 4'ü, kıçımızı koyacak yeri zor bulmuşuz, bırak yatmayı. Ben bunları bilmiyor olsam ne bok işim var orada o saatte? Adı duyulmamış, unutulmuş, mazide kalmış ne kadar "Sol" parti varsa kendi reklamı peşinde, bok oldu park.

Üstüne basa basa "Sol" dedim, açıklayayım.
Hani "Her kesimden herkes orada." var ya, heh işte, o artık değişti.
"Her kesimden herkes orada-ydı." 
Artık değiller.

Öcalan posteri açan şerefsizler var çünkü parkta, sayıları hiç de az değil. Bir gece dolaşan kişi en az 5 tane görür o şerefsizin fotoğraflarını. Bdp'nin ihanetine uğruyoruz. Çözüm sürecindeki dostları Tayyip'e yardım ediyorlar orada, sırf ona yardım etmek için geliyorlar oraya, başka açıklaması yok. Dün gece eşek kadar pankart açtılar "İmralı'dan Gezi'ye selam var!" diye. Eksik olsun o orospu çocuğunun selamı. İndirtemiyoruz da o fotoğrafları. Bize kızan kim varsa kendi adıma özür diliyorum o pankartlar - afişler - posterler için. Başaramıyoruz ama. Gelsinler, beraber deneylim. Bir kere yedim Bdp'li dayağı, tekrar yemek gerekirse yine yerim, dert değil. Gezi'de görüştüğümüz arkadaşlar gördüler zaten ne halde olduğumu, dayak arsızı oldum, yine yerim. Ama işe yaramıyor. 2 - 3 saat uğraşıyoruz bir Öcalan posteri indirtmek için. Müzakere ediyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz, kavga ediyoruz ... iniyor poster, en az 2 saatlik uğraş sonucu. E 10 dakika sonra tekrar kalkıyor? Ne yapalım biz? Yok mu yapacak bir şey? Var. Oraya geldiklerine pişman edebiliriz onları, o şerefsizin posterlerini bu arkadaşların görünmeyen yerlerine koyup gönderebilecek kişiler var parkta. Ama o zaman da zaten hazırda bekleyen medya "Eylemciler birbirine girdi." diyecek. Demeyecek mi? Diyecek. Tamamen düşeceğiz o zaman. Biz arada kaldık. Orada olan herkes arada kaldı. Dün gece sabahladım, bu sabah ayrıldım, tüm gece boyunca konuştuğum ki varsa, 100 insandan 100 tanesi de rahatsız o posterlerden. Ama süreci anlattım işte size, kan çıkarmadan gitmeyecek densizler. O zaman da eylemciler kötü olacak herkesin gözünde.

Her kesimden insan var-dı.
Artık yok. Solcular var artık sadece.
Ben ilk polis dayaklarımı yerken ülkücü dostlar da vardı yanımda. Ben zafer yaptım, onlar bozkurt yaptı, beraber gaz yedik, birbirimizi taşıdık. E ama gitti artık bu adamlar. Günlerdir yoklar. 500 tane Bdp'liyi tek ülkücüye değişmem ben. Bugüne kadar ülkede bir bok beceremeyen solcular gelip bok ettiler bu olayı. İlk gün orada ağaçlara sarılan, dertleri sadece doğa olan, ağaçlar olan 19 kişi var, hala parktalar. Onlardan özür diliyorum. Geldik ve bok ettik onların davasını, onların mücadelesini. Solcular olarak neye el atsak boka dönüyor zaten Bukowski'nin dediği gibi. Özür dilerim hepsinden.

Bugün miting var.
Yok milyonlar toplanacakmış, şimdi değil de ne zamanmış.
Meydanda parti otobüsü istemiyoruz hocam biz. Ben istemiyorum. Ben orada 10 gündür konuştuğum binlerce kişiden kimse istemiyor. Getirip durmayın şu partileri, bildirileri, dandik gazetelerinizi. Ben yokum bugün mitingde, gelmiyorum. Sabaha kadar da hiç uyumadım zaten, at gibi uyurum geceye kadar, gece kalkıp gelirim yine.

Her yerde Gezi Parkı'nın istekler yazılı.
Kafasına esen parti - örgüt - dernek parkın isteklerini yazdırmış afişlere, asmışlar parka.
Hepsi farklı birbirinden, biri diyor kalk gidelim, diğeri diyor bok yeme otur.
"Anayasanın Gezi Parkı'nın temsilcileri ile yeniden yazılması." diye madde gördüm be istekler arasında. Böyle bir örgüt bastırmış afişe, asmış oraya. Ruh hastalarına bak, anayasa yazılacakmış Gezi temsilcileri ile beraber. Yavrum sen kimsin? Gezi temsilcileri kim? Yahu orada yaşıyorum ben, benim neden haberim yok? Temsilcimiz mi var bizim? Bizim ne istediğimiz bile belli değil yahu.

7 maddelik liste sunulmuş.
Kim sundu - kime sordu - maddeleri kime sordu bilmem fakat bok kabul edilir. Gezi'de olan kalabalık fazla büyümüş onların gözünde, öyle bir sürü vali - emniyet müdür görevden aldıracak kuvvetimiz yok bizim, bırakalım kör bakmayı. Bunların yüzünden de mağlup olacağız. "Gezi Parkı Projesi İptal Edilsin" de bit işte. Yetsin bu şimdilik. Ama yoook, yıllardır görmediğin kalabalığı sana geldi zannettin ya, hemen rant bekle, haysiyetsizler. O maddelerden hepsi kabul edilmediği zaman yine mağlup sayılacak o halk. Lan tamam Tayyip'e karşıyız falan da karşında da devlet var. Devlet bu. Sen ise işgaldan başka bir şey yapmıyorsun, orada eylem falan yok, çingene panayırı artık orası, işgal ettik bittik halka açacağız dediğimiz yerleri, milletin kafa çekip çekip sızdığı çadırlar dolu etraf, Ankara kan ağlarken halaylar çeken densizler dolu.

Bir de barikatlar mevzusu var.
Hani polis oraya giremez konuları.
Polis bizi yavru kediler gibi dağıtır oraya girse. Yaptığımız 10 barikatın 8 tanesini aşmak bir panzerin 3 dakikasını almaz. Diğer 2'si de 5 dakika ya sürer - ya sürmez. Hayatında panzer görmemiş, Toma'ya panzer diyen adamlar gaza geliyor orada. Google'a yazıp bakalım panzer nedir. Bir de barikatlara tekrar bakalım sonra. Polis kendi girmiyor oraya. Giremiyor değil, girmiyor. Ya parkta çok çocuk var, bebek var, ihtiyar var diye ya da bunlar nasıl olsa kendi kendi yiyecek diye, bilemiyorum. İkisi de yatıyor benim aklıma.

İstisnasız her sabah kavga var.
Kadınlar - erkekler - gruplar. Promil sınırını aşan herkesin bir kavgası var. Tuvalet sırasında, yemek sırasında, yer sorununda ... revire durmadan hasta taşınıyor. Ya alkol koması, durmadan kusanlar ya da kavga edip bir yerleri parçalanan tipler. Polis gelmese bile revir çalışıyor yani. Toz pembe değil orası. Dün ilk kez yemekte kavga çıktığına şahit oldum. İnsanlar yemek kalmadı diye yemekhaneye laf atmaya - bağırmaya başladı. Hani şu bedava yemek dağıtılan yer, oradan bahsediyorum. Hani herkesin gönüllü çalıştığı, halkın getirdiği malzemeler ile o sıcakta ateş önünde yemek pişiren arkadaşlar; heh işte onlara bağırıyorlardı "Madem yemek kalmayacak söyleyin lan, ne diye sıra beklettiniz!" diye. Birbirlerini dövüyorlar olmasın diye ağzının orasına çarpamıyorsun da.

Eskiden içkileri toplardık.
Artık olmuyor zira sayı inanılmaz çoğaldı, hem içen grup sayısı hem de alınan alkol miktarı. Bunlar çoğalınca biz de etkisiz kalıyoruz. Halkındır burası dediğimiz yeri halktan da aldık; ortaya karpuz kesip rakı içiyoruz. Bak sahi ya; rakı masası falan kuruluyor.

Bizim bir liderimiz yok.
Bize bir lider lazım.
Mehmet Ali Alabora oynadığı banka reklamları yüzünden,
Zülfü Livaneli geçmişindeki Chp vekilliği yüzünden,
Sırrı Süreyya Önder de Öcalan'a yakınlığı yüzünden istenmiyor.
Bize; bizi bir parti altında falan toplamayacak, teşebbüs etmeyecek, sadece Gezi'yi temsil edecek biri lazım ama bulamadık, çıkaramadık. Her parti rant peşinde koşup böldü de böldü bizi, her kafadan ayrı istekler çıktı. Gir parka, dolaş, en az 50 tane farklı istek var altında farklı partilerin adı olan afişlerde. Oradan bir siktirip gitseler çok daha güzel olacak aslında.

Sıcak bira içiyorlar.
Bunca yıllık alkolik adamım ki aslında değilmişim bak 10 gündür ağzıma sürmedim; lan arkadaş sıcak bira içeceğime bamya suyu içerim ben. Hayatımda hiç bamya suyu içmediğimi ve bamyayı masada dahi görmeye dayanamadığımı da belirteyim. Öyle lanet, öyle iğrenç bir şey sıcak bira. Hele ki o sıcakta. Dertleri o biradan zevk falan almak değil yani. Kafayı bulup ona buna yavşamak. Etraftaki insanlara bak biz içiyoruzu göstermek. İnsan başka türlü sıcak bira içmez çünkü. Güzel güzel konuştu bu sabah bir abi, 6 gibi. Başka bir grupla alkol hakkında konuşurken bizim yanımızdan bir kadın atladı. Bizim Tayyip'den ne farkımız kalırmış yasak dersek, o birasını içip Şerefine Tayyip demeye gelmiş oraya. Hemen arkamda sabaha kadar içip içip, 4 gibi sızıp, 6 gibi uyanınca "Bira var mı?" diye sorup o saatte yeni birasına da başladığını belirteyim bu ablanın. Adam da o kadar naif anlatıyor ki derdini özür dileye dileye. Ama abla sarhoş. Ki dediğim gibi adam taa karşıyla konuşuyordu, lafa atladı bu. Sarhoş ama, laf anlamıyor. Yasaklayamazsınız diyor. Artık en sonunda "Biz yasak demiyoruz, öneri sunuyoruz. Ne kazandık ki kutluyoruz?" dedim ve abla utandı, elinden bira şişesini bırakıp usuuuulca kafasını önüne nah eğdi. Cak cak konuşmaya devam etti yine. Umursamadık artık, ne yapalım. Ne yapalım yani? Sen söyle cidden, biz ne yapacağımızı bilemiyoruz, sen söyle onu yapalım.

Sabah çöp toplayan ekip ilk kez sinirliydi bugün.
Kırık bira şişesini temizlemekten yoruldular. Yerlerden izmarit toplamaktan sıkıldılar. Artık çatlak sesler yükseliyor, görün bunu artık.

Ki işin diğer tarafına geleyim; maddi külfet.
Hadi ben işverenim, işi bırakıp geldim. Millet yıllık izninden kullandı geldi ama oraya, izinler bitiyor. Öğrencilerin finalleri - bütleri başlıyor. Taksim'e ulaşmak kolay değil, ülke gibi şehir İstanbul, insanlar her gün en az 20 lira ulaşım parası veriyor. "Paramız kalmadı akbil doldurmaktan" laflarını duymaya başladım ben çok kişiden. Paralar bitiyor, izinler bitiyor, akbiller bitiyor ama hala bizim ne yaptığımız belli değil, toplan dur.

Ankara kan ağlıyor dün gece, onca arkadaşım gözaltına alındı, oralardan doğru etrafa ulaşıp numaramı vermeye, partiden vekillere falan ulaşıp gözaltından adam almaya çalışıyorum ben ama bizim orası halay çekiyor. Anca halay, bir bok yok başka. Gidip dedim artık, yahu dedim diğer şehirler bizim başlattığımız direnişte kan kusuyor, Ankara perişan, bırakın halayı. "Halay eylemin namusudur, halay durmaz." diyor bana hadsiz. Halay için anayasa falan yazılmış demek.

Dilek balonu denen bir bok var, o moda oldu.
Yak gitsin. İşaret fişeği, yolla gitsin.
Gece beraber kaldığımız çocuklar anlatıyor ki çiçek çocuklardı cidden, muazzam insanlardı hepsi, beni de eklediler, buradan sevgi - saygı sunuyorum onlara. 1993 doğumlu birine saygı sunacağım aklımın ucundan geçmezdi fakat Haliç Üniversitesi Elektrik - Elektronik Mühendisliği okuyan Ozan; eleman cidden hak ediyor. 93'lüyüm dediği an lan dedim acaba 3 gündür uyumadım diye mi sohbet edebiliyorum bununla diye düşündüm. Sabaha kadar inanılmaz güzel sohbetler ettik. Limonata, kola içtik. Emre vardı yine aynı bölümden, keza o da muazzam çocuk. 
Ne diyordum, dilek balonu. Ozan anlattı; elemana demişler ki; hocam, rüzgar da yok, atma parkın içinde. Ama dana dinlememiş, parkın içinden dilek balonu göndermiş. O da ağaca takılmış, yakmış ağacın dallarını. Az kalsın ağaç yanıyormuş, parkın Divan Otel çıkışına gidip bakın. E şimdi biz ne yapalım bu tiplere?

Park düşüyor. Park işi sadece laylaya vurdu. Gece 2'den sonra zor yürüyor insanlar alkolden.
Hiç bir şey kazanmadığımız halde kazandık havalarına girdik.
İşin kötüsü kazandık havasından bile sıkıldık artık. O bile bitiyor.
Gezi düşüyor. Gezi bir tane bile olası bir istek belirtmeden dağılmak üzere.

İy şeyler yok mu?
Az da olsa var.
Bir kere dün gece beraber sabahladığımız bir arkadaşım var buradan, çok çok severim kendisini, yine kendisi belli etmek isterse kendini yazar. 6 - 7 kişilik bir grup çok güzel vakit geçirdik sabaha kadar.
Selçuk ve eşi var bir de.
Karşımda çadır kurmaya çalışıyorlardı. Gidip fener tutayım dedim, dedi abi ben çadır kurmasını da bilmiyorum. E dedim ben de bilmiyorum. Başladık uğraşmaya. Sonra yukarıda bahsettiğim Ozan geldi işte, 6 elimizle bir çadırı doğrulttuk. Süper insanlardı.

Taksim Point Hotel var.
Oteli aradım 1 - 2 saat önce, bir görevli adı aldım. Ardından farklı şehirlerde nazımın geçeceği arkadaşları aradım, o şehrin meşhur neyi varsa otelin personeline gönderdim. Kastamonu'dan çekme helva, İzmit'den pişmaniye, Afyon'dan kaymak, vs ... arkadaşlarım o otelin personeline kargo yaptı.

Zira otel bize kapılarını öyle bir açtı ki; otel resmen bizim.
Lavabo sorun orada, özellikle kadınlar için. Fakat adamlar 3 katta 3 lavabo açtılar, lobileri bize bıraktılar, her yere uzatma kabloları ile çoklu fiş çekmişler, şarj ettik telefonları. Tuvaletler sürekli temizlendi. Gece bir ara gittiğimizde kağıt havlu olması gereken yerde tuvalet kağıtları vardı ve "Kağıt Havlumuz Kalmadı - Kusura Bakmayın." diye not yapıştırmışlardı. Lobinin koltuklarında uyuyordu direnişçiler. O oteli sevelim. Tuvalete her geleni otel müşterisi gibi karşılıyorlar, öyle "iyi hadi geç geç." havaları asla yok. Müthişti.

Başka da bir şey yok aslına bakarsak.
Yardımlaşma yine var, azalma yok.
Saygı yine var, taciz yok, hırsızlık yok.
Fakat yukarıda yazdıklarım gerçek. Beni azıcık bilirsiniz, laf saklayan adam değilim ben, ne görüyorsam, ne düşünüyorsam onları yazdım. Konuştuğum insanların çoğu da katılıyor düşündüklerime.

Polis lazım bize.
Rahat bize battı.
Gezi bok oluyor, 2 - 3 gün önceden haber vereyim.

Öyle şeyler yazdım ki; sanılmasın vazgeçtim Gezi'den.
Evet, aklım Ankara'da. Orada var mücadele, burası gibi panayır yok.
Fakat başladığım işi yarım bırakmam artık, Gezi'den dönmem. Sadece bugün miting var diye yokum, kızıyorum partizanlık olunca fakat gece yine oradayım. Yarın gece. Sonraki gece.

Gezi'ye ilk giren değilim, direnişe ilk katılan değilim o parkta fakat söz veriyorum, son çıkanlardan olacağım. Ama acilen bir lider seçip, sadece Gezi için siyasi çizgisi olmayan bir lider seçip; mantıklı, devletin kabul edeceği istekler sunmazsak kaybetmek üzereyiz.

Moral bozmak isteyeceğim en son şey.
Fakat yalan yere ümitlendirmek daha kötü moral bozmaktan.
Acı gerçekler iyidir tatlı yalanlardan.

Biz burayı bok ediyoruz, evden çıkın, gelin, burayı kurtarın bizden.
Biz beceremedik, beceremiyoruz.

Orada bir çok insanla tanıştım beni sadece John olarak bilen.
Onlara söyledim adımı elbet tanışırken, bu yazı da gerçek adımla bitsin madem.
Gezi'den sevgiler.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

homeless lardan jeep le dolaşmaya ....

Sevgili Kaptan,

Seyir defterine bilirim ki Londra’yı yazmamı beklersin…  Gezginler için kendi gözümden küçük notlarım olacak ama hikaye bu sefer gezide değil…

Sana “Onur” u anlatmak istiyorum…  

Henüz 23 yaşında, üç yıl önce gelmiş Londra’ya. “İlk geldiğimde – yes- demekten başka tek kelime konuşamıyordum” diyen Onur’un, İngiltere’de bir hayat kurması ve çalışma izni alması ise ayrı bir olay.  Bu tip hikayelere aslında çoğumuz alışığız ama Onur’u benim gözümde ilginç yapan sorularıma verdiği düz cevaplar. Basit bir mantık ve kendi dünyasındaki yalın gerçeklik. Kafamı karıştırmaya ve hep alengirli düşünmeye alıştığım için onurun hayat karşısında ki yalın duruşu beni hemen içine aldı hikayesinin.
Onur, geceleri  bisiklet sürerek daha çokta turistlere hizmet ederek taşımacılık yapıyor. Bir gece sabaha karşı saatlerde yolda yürürken konuştuğumuzu duyup “abla bende türküm” diyen sese “merhaba” dememle başladı muhabbetimiz.  Aslında Londra’da bir Türk’e rastlamak değil, rastlamamak acayip bir durum.  Ama Onur’un belli ki konuşası gelmiş o gece.  



Hikayesini  büyük bir hevesle bir çırpıda anlattı. Anlatırken sesi tek nota ve gözleri donuk bir şekilde boşluğa bakıyordu. Sıra hayallerine geldiğinde bir anda neşelendi. Önce gözleri parladı sonrada gülmeye başladı.  İnsan hayalleri için yaşıyor kaptan ya da gerçekleşmeyen hayallerine inat…

Onur için, Londra’nın en güzel tarafı günde iki kez Starbucks’a gidecek parasının olması ve Mc Donalds’ın fakirlerin mekanı olduğu bir ülkede yaşamanın rahatlığı… Birde kız arkadaşı… Psikoloji bölümünde okuyan, iyi bir ailenin kızı olan sevgilisinden bahsederken ben ona çok yetersizim ama yine de beni seviyor… demesi hayret vericiydi… 

Onur’un hayali, Londra’da bir restoran açmak… Ama öyle bizim Türk kebapçıları gibi değil… Onur’un deyimiyle “ciggsiiii olacak abla” “öyle herkes giremeyecek içeri”….
İçimdeki annemin ruhu dile geldi sohbetimizin bir anında “yavrum okula falan gitsene sen bak dilini de biraz daha geliştir böyle olmaz” dediğimde güldü bana.  “Abla, burada benimle bisiklet işi yapanların çoğu Polonya, Fransız, Yunanistan da üniversite okumuş…. Türkiye’den gelen biyoloji öğretmeni bile var, ben 4 bin lira kazanıyorum sadece günde 4 saat çalışarak, okusam Türkiye’de ne yapıcam ayda 2 bin liraya çalışmam ki ben…”



Israrla devam ediyorum (annem de ısrarcıydı, çıkmıyor içimde ki ruhu), ama bak kariyerin olur, dünyayı algılaman değişir, para her şey değil… Hazır gündüzlerin boş burada ücretsiz okullar var, eğitimin zararı olmaz….falan filan gece sabaha karşı 4 sularında böyle laflar….
Onur dedi ki “abla ya ben Türkiye’ye geldiğimde jeep’e binmek ve lüks mekanlarda gezmek istiyorum, o senin dediğin okullar bana bunu vermez…”

Onur, o jeep’e binecek… bebekte dolaşacak… Luca’da bir kadeh bir şey içecek…
Onur, renkleri tam olarak göremeyecek, onur notaların yetmediği melodileri dinlemeyecek, onur bir romanı okurken hiç çıkmadığı bir yolculuğa çıkmayacak, onur derin bir nefes alıp görünen dünyanın ötesine bakmayacak….

Ama Onur jeep’e binecek, başarmanın tadını yaşayacak, onu kaybetmemek için çalışacak, çalışacak ve çalışacak… Sonra gün gelip anladığında, çocuklarının okuması için daha çok çalışacak… Onlara para yağdıracak… Onur’un çocukları ise babasının jeepiyle …….. bu hikaye aslında hepimizin hikayesi, neden kutsal kitapta yer vermemişler aceeeebaaa….

Birde benim sokak sanatçısı ve evsiz olan bobie var… Müthiş bir yetenek . Renkli tebeşirlerle yerlere resim yapıyor. 20 yıldır evsiz… 50 li yaşlarda… “Gözümü açtığımda genelde nerede uyandığım bilmem ve hemen etrafıma bakarım gece nerede sızmışım diye, bu beni yaşama bağlayan en büyük tutku” derken… Hayattan vazgeçmişliği mi yoksa hergün yeni hayata başlangıcı mı güzel bilemedim… Ama Onur’dan daha mutlu ve gülümserken içinde ki kahkahası yaşama yaşam katan cinsinden bobie’nin…


Birlikte yerlere resim yaptık, para dilendik, şarap içtik ve güldük… Hayalleri yoktu sadece o anı vardı…
Bobie ve Onur, bana Londra’nın iki güzel armağanı oldu…
Gemiye selamlarım olsun kaptan,

Saygılarımla,
Seyr-i Alemciniz…







15 Mayıs 2013 Çarşamba

Hayat bir yol demiştik başında...

Sevgili Kaptan,

Yola çıkmak üzere hazırlıklar neredeyse tamam gibi. Birkaç eksik dışında. Başta özürlerimi ileterek yazıyorum size bu sefer ki rota için gönüllü değilim. Ama hayat yol demiştik başında; bazen istemesek de bizi nereye götürürse oraya kırarız dümeni. Hatırlarsanız size kızardım, rüzgara göre yol aldığınız zamanlarda. Bildiğiniz varmış, doğa bizden hep bir adım öndeymiş...

Kırgınlıkla gidiyorum belki de dünyanın sayılı şehirlerinden birine. İlk defa başka bir yerde aklım, kaygılarım elim kolum...

Ülkemde tuhaf oyunlar her yerde hayalet gibi görünmez gölgeler gezici tiyatro misali şov yapıyor...

Başka yerlerde başka türlü sonsuz faydam olabilirdi birilerine. Hem de hiç tanımadığım belki de asla karşılaşma şansımın olmayacağı insanlara yardım edebilecek bir şeyler yapabilecekken, gidiyorum. Hemde basit bir macera biraz eğlence ve dağıtmak üzere...

Gönülsüzüm, isteksizim ve yarım kalmış gibiyim.

Her yol hikayelerini doğurur, gebe kalmış babası olmayan bir yolculukta piçlere ne anlatacağımı bilmiyorum... Ama madem yosmalık yapılacak en alasını görmeye hazırım...

Kaptan, seyir defteri gerçekleri yansıtmıyor, çünkü gerçekler yaşanıyor, tasvirleri yazılıyor... Kelimeler arafta ve cehennem ise insanların yüreğinde...

Cennetimi size bırakıyorum... Her zaman dönmeyecek gibi giderim. Her yola ilk defa çıkıyormuş gibi yaparım. Bu sefer dönmek için sabırsızlanmaya  başladım.  Bıraktıklarım benimle, anlatamadıklarım sizinle kalsın...

Yolumu aydınlatın.
Gemiye selamlar olsun.

Saygılarımla,

Seyr-i Alemciniz


10 Mayıs 2013 Cuma

Portakal Kokulu Şehir : “ANTAKYA”




Hiç kokuları saklamak istediğiniz anlar oldu mu? Eminim en az bir kere de olsa bu duyguya kapılmışsınızdır. İşte Antakya’ya öyle bir zamanda gittim ki, kokusunu özleyeceğim bir gezim oldu. Bu yazıda size kendi deneyimlerimden yola çıkarak şehri nasıl gezeceğinizi anlatmak istiyorum.


Doğu illerinde dolaşmış ve oranın havasını almış olanlar için çok renkli bir şehir olduğunu söyleyemeyeceğim ama benim gibi gezipte her çiçeğin balı farklıdır diyenlerdenseniz eminim bu şehir size gerçek yüzünü büyük bir cömertlikle gösterecektir.

Bir kere hikayenin sizi bulmasını istiyorsanız lütfen şehirde yürüyün ya da gideceğiniz yerler için dolmuş, otobüs gibi yerel ulaşım araçlarını kullanın…

Şehrin merkezinde bir yerde kalmanız işinizi kolaylaştıracaktır. Ben öğretmen evinde kaldım fakat keşif sırasında bulduğum bir yer var ki tekrar gittiğimde orayı tercih edeceğim, sizlere de şiddetle tavsiye ediyorum.


Burası çarşının nerdeyse orta yerinde olan ama yüksek duvarlar ile şehrin kalabalığından ayrılmış “Antakya Katolik Klisesi”.  Muazzam bir avlusu, dingin bir atmosferi ve pırıl pırıl çalışan insanları var. Evet bildiğiniz tarihi kilise.  Kilisenin içinde birde misafirhanesi var. Odalar temiz ve otantik. Üstelik oldukça uygun fiyatlı. Otel hizmeti beklemeyip sadece yatmak için bir yere ihtiyacınız varsa mutlaka burayla bir görüşün derim. Fakat oda sayısı az olduğu için gitmeden mutlaka arayıp rezervasyon yaptırın. İşte bilgileri :

P.Domenico (Valentino) Bertogli (Antakya Katolik Klisesi)

Kurtuluş Cad. Ataman Demir Sok. No: 6 PK 107 Antakya
Tel: +90 0326 215 67 03

Antakya deyince hepimizin aklına yemek geliyor…. Muhteşem Hatay mutfağı… Gerçektende oldukça lezzetli şeyler tattım. Sanırım, oldukça farklı kültürlerin kaynaşık yaşadığı şehrin yemeklerinin bu kadar lezzetli olmasının sebebi bu kültür kesişimi.

Yemek için farklı tavsiyelerim olacak… Bu konuda ne kadar hassas ve meraklı olduğumu bilirsiniz… İlk olarak Leban ile başlayalım…

Leban, Gazipaşa Caddesinde Ortodoks Kilisesinin hemen yanında çok eski ve neredeyse Hatay yemekleri denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri… İlk defa 1924 de kurulmuş… Nesilden nesilede devam ettirilmiş… Üstelik fiyatları da oldukça uygun. Daha sonra turistik olarak benzerleri lüks bir şekilde dizayn edilip şehrin çeşitli yerlerine açılmışlar ama siz beni dinleyip bu eski lokantaya mutlaka gidin. İçeri girdiğinizde alt katı mutfak müzesi olarak dizayn edildiğini göreceksiniz. Burada oldukça eski mutfak araç gereçleri var. Bazılarının büyüklüğü dehşet verici. Birkaç fotoğraf almak isteyeceğinize eminim. Oturmak için terası tercih edin. Yani dördüncü kat. Manzarası şehri görmek için oldukça uygun. Çalışanları öyle sempatik ki sizi evinizde gibi hissettirmek için ellerinden geleni yapacaklardır.  Leban’ın anlamını merak edenler için hemen yazıyorum; Arapça bir kelime ve Türkçe karşılığı yoğurt. Ayrıca Leban Kelimesi, Arapça ve İbranice ortak kullanılan tek kelimedir ve beyaz anlamına gelmektedir. İbraniler ve Araplar bu kelimeyi Lübnan Dağlarının karının beyazlığı içinde kullanırlar.


Gelelim ne yemeniz gerektiğine… Leban’a kesinle oldukça aç gidin… Ve çok geç saate kalmayın zira yedikleriniz, kolay hazmedilecek şeyler değil… Bir kere burada ki masanız sadece mezelerden ibaret olsun… Kebap ve et faslı için durağımız ayrı bir yer… İsimlerini yazacağım mezeler ile masayı donatın ve sıcacık gelen pişi ile hepsini bandıra bandıra afiyetle yiyin… Yazarken bile hala iştahım kabarıyor; tadacağınız lezzetler gerçekten sıradan değil. Bazılarının İstanbul’da da yemiş olabilirsiniz ama inanın bana alakası yok… Şimdi siparişinizde olması gerekenler ; Tereyağlı fıstıklı humus ( bunun için ölebilirim ki normalde humusdan hiç haz etmezdim) , Bakla, Cevizli Biber, Süzme Yoğurt, Tarator, Zeytin ve Zahter Salatası, Abugannüç, Patlıcan ve Biber Yoğurtlama, Oruk, Lebannigra… Bu mezeler ile tam olarak padişah sofrasında ağırlanmanın keyfini yaşayacaksınız… Üzerine kahvenizi içmeden oradan ayrılmayın…

Gelelim kebap kısmına… Misss gibi etler gelsin… Tepsi ya da kağıt kebabı yörenin en çok bahsi geçen et sunumları arasında… Size önerim tepsi kebabı… Uzun çarşının içinde kasaplar göreceksiniz. Bildiğimiz eski usul mahalle kasapları. İçeride ya da dükkanın önünde gayet salaş masalar var…  Et yiyeceksiniz buralarda yemelisiniz. Ne kadar yemek istediğinizi söylüyorsunuz, bildiğiniz satır ile gözünüzün önünde hazırlanıyor hemen yakında ki ekmek fırınının odun ateşine tepsiler yollanıyor çıktığı gibide masanızda… Bazılarınız için görüntü ya da ortam pis gelebilir ama ben parmaklarımı yerken her şey cennet gibi görünüyordu gözüme… Hassas olanlar için şehirde şık ve güzel restorantlarda mevcut oralarda et yiyebilirler…  Yemek serüvenimiz henüz bitmedi… Tavuk ve Balık içinde önerilerim olacak… Ama şimdi biraz şehirde nereleri gezeceğinize değinelim…

Bu yazacaklarım, şehrin merkezinde yürüyerek keşfedeceğiniz yerler. Bazen halktan birine sorduğunuzda minibüse yönlendirebilir sizi ama inanın yürüyerek yapacağınız keşif daha eğlenceli.  Araçlı gidilecek yerleri yazacağım size zaten…

  1. Hatay Arkeoloji Müzesi

Hatay Müzesi Cumhuriyet Alanında, Asi Irmağı kenarında ve köprü yakınında bulunmaktadır. Arkeoloji Müzesinin yapımına 1934 yılında başlanmış, 1948 yılında ise ziyarete açılmıştır. Müze, mozaik koleksiyonu bakımından dünya da ikinci sırada yer almaktadır. Bu müzeyi gezmeden mutlaka mozaikler hakkında biraz okuyun, hatta küçük bir kitap edinin. Çünkü her birinin hikayesini bilince bakmak daha da anlamlı geliyor. Antepteki mozaik müzesi gibi modern ve büyük bir yapı olmasa da içinde yer alan eserler bakımından görülmeye değer bir arşiv sergiliyor. Tabi sikkelerin olduğu bölümde ayrıca güzel.




  1. Ortodoks Kilisesi

Antakya Hürriyet Caddesinde bulunan kilisenin yapımına 1860 yılında başlanmış, büyük depremin ardından 1900 yılında tekrar restore edilmiştir. Kudüs’ten sonra en eski kilise ve Doğu Ortodoks Kiliselerinin en güzelidir. Ayrıca size bahsettiğim Leban Lokantasına çok yakındır.



  1. Havra

1700 yıllarında, Antakya Kurtuluş Caddesinde ki bir binanın Havra’ya dönüştürüldüğü tahmin edilmektedir. Havra’da bulunan mukaddes kitap “Tevrat” ceylan derisine İbranice yazılmış olup, 500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Düzenli olarak Musevi Cemaati burada ibadetlerini yapmaktadır.

  1. Katolik Kilisesi

Burası size adres bilgilerini verdiğim konaklamanız için tavsiye ettiğim kilise. Katolikler 600 yıl aradan sonra tekrar Antakya’ya yerleşmişlerdir. Buraya ilk gelenler bir kilise ve çocukları için bir okul açmışlar, daha sonra da Antakya’ya gelen Fransız rahipler ise buraya bir manastır kurmuşlardır. 1852 yılında dönemin padişahlarından bir Katolik Kilisesi kurmak için izin almışlar birkaç yıl içinde bu kiliseyi yaptırmışlardır. Bu kilisenin bahçesinde çanın bulunduğu yere mutlaka çıkın. Doğru açıyı yakalarsanız, aynı kare içinde cami minaresi ve kilisenin çanını çerçeveleyerek anlamlı bir fotoğraf karesi yakalayabiliyorsunuz. Benim kiliseyi ziyaretim sırasında, camiinin imamı yapılacak olan bir etkinliği haber vermek üzere kilise yetkililerinin yanına gelmişti. İmam olduğunu bilmiyordum. Kilise yetkilileri, hakkında buranın nurlu ve ilmi bir adamı kendisine çok saygı duyuyoruz mutlaka tanışmalısınız diyerek inancın ibadethane duvarlarını yıkıp insanlık noktasında olabileceğini birebir gösterdiler. Antakya insanı farklı inanç ve kültürlerin ortak yaşamına oldukça sık tanıklık edeceğiniz hikayeler ile süslü.





  1. Eski Antakya Evleri

Antakya sokaklarında dolaşmak ve eski şehrin atmosferini koklamak için daracık mahallelerde dolaşmayı sakın unutmayın. Antik Çağ’daki Antakya evlerinin bir avlu etrafında gelişen plan şemasına ve bazı mimari özelliklerine asırlar sonra inşa edilmiş olan eski Antakya evlerinde de rastlamak mümkündür. Özellikle aynı içe dönük yaşayış sokak ile minimum ilişki ve antik çağdan bu yana gelen mahremiyet duygusu evlerin mimari karakterinin oluşmasında ona belirleyici unsur olmuştur. Birbirine benzeyen ve genellikle iki katlı olan evler taş, kerpiç ve ahşaptan yapılmıştır. Evlerin cepheleri genellikle güney ve batıya bakmaktadır.








  1. Habib-i Neccar Camii

Aslında merkezde görülesi camii sayısı daha fazla. Meraklıları gitmeden internetten bu bölgedeki camiler hakkında bilgi alabilirler. Ben önemli olanlardan bir tanesini seçip yazmak istedim. Çünkü bir gezi haritası çıkarırken zamanla yarışmanın da getirdiği bazı ayrıştırmalar oluyor. Şehir merkezinde geçireceğiniz uzun bir tam gün için o yüzden sadece 9 noktayı belirledim. Cami, Antakya’nın 636 yılında Arapların eline geçtiği dönemde inşa edilmiştir. Bugün ki Türkiye sınırları içinde inşa edilen ilk cami olduğu kabul edilmektedir. Kurtuluş Caddesinde bulunan Cami, Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalının adını taşımaktadır. Caminin kuzeydoğu köşesinde yerin 4m altında Habib-i Neccar Türbesi bulunmaktadır. Etrafı medrese odaları ile çevrilidir. Cami avlusunda bulunan şadırvan 19 yy eseridir.




  1. St.Pierre Kilisesi

Bu kiliseye dolmuşlarla gidebileceğiniz gibi yürüyebilirsinizde. Şehir merkezinden yürümeye başladığınızda mesafesi Beşiktaş Kabataş arası diyebiliriz. Kilise, Reyhanlı karayolu üzerinde Habib-i Neccar Dağının uzantısı olan Haç (Stauris) Dağı’nın eteğindedir. 13m uzunluğunda, 9.5m genişliğinde ve 7m yüksekliğinde doğal bir mağaradır. Hz. İsa’nın ölümünden sonra havarilerinden St. Pierre Antakya’ya gelerek (MS I yy ilk yarısında) burada telkinlere başlamıştır. İsa’ya inanlara Hıristiyan adı ilk kez burada verilmiştir. 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından burası Hıristiyanların Hac yeri olarak kabul edilmiştir. Her yıl 29 Haziran’da St.Pierre Günü (Bayramı) kutlamaları yapılmaktadır.






  1. Uzun Çarşı

Gelelim alış verişe. Antakya’dan alacaklarınız ve bence uçağınıza doğru yola koyulmadan uğrayacağınız son durak burası olmalı. Her şeyi bir arada bulacağınız bu çarşıdan almanız gerekenleri kısaca şöyle özetleyebilirim. Yörenin vazgeçilmezi Nar Ekşisi… Taze ve kurutulmuş kekik… Yöreye has peynirler. Vakumlu künefeler… Salça… Sevenler için sele zeytin. Defne Sabunu… Ve damak tadınıza göre bulacağınız birçok şey… Fiyatların uygunluğu bakımından taşımaya değer. Özellikle taze kekik bence olmazsa olmazınızdır…









  1. Antik Cam Evi


Burası aslına bakarsanız tarihi mekanlar arasında sayılamaz. Ama benim gibi bir şişe koleksiyoneri için şehrin en keyifli mekanlarından biriydi. Görülmesi ve sahibi ile tanışılması konusunda da tüm içtenliğimle öneride bulunuyorum. Camın ilk keşfedildiği yerlerden birisi Antakya civarıdır. Binlerce yıl Antakya civarında gezgin cam atölyeleri cam objeler üretmiştir. Bu antik cam evinin şimdiki sahibinin babası Asaf Asfuroğlu ise Antakya’da ki sabit cam atölyesini kuran kişidir. Bu atölyeden kalan birçok araç gereç ve ürün ise 140 yıllık tarihi bir Antakya evinde sergilenmektedir. Aynı zamanda evde yer alan atölye de Roma, Bizans ve Fenike Dönemine ait parfüm, ilaç ve gözyaşı şişelerinin röprodüksiyonları yapılmakta ve satışa sunulmaktadır. Şimdiki varis olan, Şadi Asfuroğlu bu işe yüreğini koymuş bir usta. Asıl mesleği olan dişçilik ile hobi olarak başladığı cam ustalığı arasında ise muazzam bir köprü kurmuş. Kendine has geliştirdiği aletler takdire şayen. Yalnız müzeye gitmeden mutlaka kendisini arayın. Son derece misafir perver olan Şadi Usta’dan dinleyeceğiniz hikayeler ve evin içinde yapacağınız geçmişe yolculuk gezinize masalımsı bir hava katacak. Müze hakkında birçok bilgiye www.antikcamevi.com sitesinden ulaşabilirsiniz.



Şimdi şehir merkezinden uzaklaşmadan önce gelelim “künefeciler meydanına”… Antakya da yemekler bir yana tatlılarda hatırı sayılır cinsten… Bu kadar yemeğe bir sürü obez insan bekliyorsunuz ama yerel halk anatomik olarak tipik doğu insanı özelliği gösteriyor. Gezimizin şehir merkezi etrafında olan kısmını bitirdikten sonra yavaşça artık dışarılara açılma vakti geldi. Şimdi sizi çok güzel iki yere götüreceğim… Önce sahile inip Çevlik’te Akdenize bakacağız sonra da dağlara çıkıp Vakıflı köyünü ziyaret edeceğiz…

Çevlik

Çevlik’e gitmek için şehir merkezinden Samandağ Minibüslerine binin ve son durakta inin. İndiğiniz yerde sahile inen bir başka minibüse aktarma yapın. Zaten kime sorsanız hemen gösterecektir. Şehir merkezine yaklaşık 1.5 saatlik mesafede olduğumuz için gün ışığından faydalanmak ve gezeceğimiz noktaların keyfini çıkarmak adına sabah erken saatte yola düşmekte fayda var derim ben.

Çevlik, küçük bir tatil beldesi. Ülkemizin en uzun ikinci sahiline sahip. Ayrıca mersinle birlikte caretta carettaların yumurtalarını bırakmak üzere geldikleri kumsallara sahip. Bu güzel sahil beldesinin ise en kötü tarafı yeterince temiz olmaması. İnsanı üzüyor dediğim bazı şeylere tanıklık edebileceğiniz gibi doğanın muhteşemliği karşısında da elinizin kolunuzun bağlandığı zamanları yaşıyorsunuz. Sezon zamanında dünyanın dört bir yanından gelen turistlere ve yöre halkına ev sahipliği yapan bu kumsalların yakın zamanda koruma ve bakım altına alınması en büyük temennilerim arasında. Çevlik’in tatil beldesi olması yanında antik bir şehrin kalıntılarına ev sahipliği yapıyor olması da dünyaca önemli bir noktada olmasına sebep. Özellikle Titus Tüneli görülmesi gereken ilk yerlerden biri.


Titus Tüneli

Tarihi kayıtlara göre, "dünyanın ilk tüneli" olarak tanımlanan Titus Tüneli, Roma döneminde dağlardan inen suların sürüklediği tortuların limanı doldurmasını önlemek için çalışmalara İmparator Vespasianus (MS.69-79) zamanında başlanmış, oğlu İmparator Titus (MS.79-81) zamanında da tamamlanmıştır. Bu çalışma sonucunda da limanın dolması önlenmiştir. Bu mühendislik harikası olan tünel, 1000 kişilik esir ordusu tarafından 10 yıl boyunca çalışılarak açılmış.

Tünel Titus zamanında tamamlandı ve derenin önü bir duvarla kapatılarak sel suları , yüksekliği 7 mt. genişliği 6 mt olan bu tünel vasıtası ile uzaklara akıtıldı, böylece limanın dolması engellenmiş oldu. 130 m'si tünel, kalanı açık kanal halinde olan tünelin uzunluğu girişten Çevliğe kadar 1380 m'dir

Günümüzde tünelin üzerinde blok taşlardan yapılmış, bugün de kullanılabilir durumda olan tek kemerli bir Roma köprüsü bulunmaktadır. Ayrıca kaya mezarları yine bu bölgenin önemli kalıntıları arasındadır.

Titüs Tünelinde dolanıp, kaya mezarlarına da uğradıktan sonra sahilde ki balıkçılarda keyif yapmadan buradan ayrılmamanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Özellikle yöreye ait olan dip balıklarını tatmalısınız. Eminim bu kadar lezzetlisini başka yerde yeme şansınız olmayacak.

Akdenizin havasını alıp karnımızı da doyurduktan sonra Samandağ’ına geri dönüp Vakıflı köyüne çıkmadan uğrayacağımız iki yer daha var.  Biri Beşikli Mağarası Diğeri ise St. Simeon Manastırı. Bu iki nokta ile ilgili şöyle bir bilgi vermek istiyorum. Konumları gereği normal dolmuş ile gitmek biraz sorunlu. Bu yüzden Samandağ’da özel bir araçla anlaşıp bütün noktaları daha rahat gezebilirsiniz. Ama bütçeniz ve vaktiniz yeterli değilse maalesef bu iki yeri es geçip merkezden dolmuşla direkt Vakıflı köyüne geçmeniz gerekecektir.

Beşikli Mağarası. “Seleukeia Pieria” ya da diğer bir deyişle “Pieria’daki Seleukeia” antik kentin en önemli kalıntılarından biri olan Beşikli Mağara tamamen kayaya oyulmuş mezar kompleksidir. 18. ve 19. Yüzyıl seyyahlarınca seyahat kitaplarında krallar mezarı olarak tanımlanmış W.Barlett tarafından gravülleri çizilmiştir. Mezar odasının bulunduğu alan eski çağlarda ölüler şehri olarak adlandırılan bir nekropol alanı olarak düzenlenmiştir.


St. Simeon Manastırı ; Samandağ İlçesi yolu üzerinde Değirmenbaşı beldesinden ayrılan bir yolla gidilen Aknehir Beldesi sınırları içinde 479 metre yüksekliğinde bir tepe üzerinde kurulmuştur. M.S. 6 yüzyılda yapılan Manastırın sekizgen avlusunun ortasında doğal bir kayadan yapılmış sütun mevcuttur. St. Simeon buraya M.S. 541 yılında gelmiş ve 592 yılında ölmüş olup. St.Simeon’un ölünceye kadar bu sütün üzerinde yaşadığına inanılır.  



Vakıflı Köyü


Portakal çiçeklerinin kokusunu hafızanıza kaydetmek ve asla unutmak istemeyeceğiniz bir deneyime hazırlıklı olun. Ülkemiz birçok güzel köye ev sahipliği yapmaktadır ama Vakıflı bir başka denilesi cinsten bir havaya sahip.

İlçe merkezine 4km uzaklıkta narenciye bahçeleri içerisinde yer alan Samandağı’nın en şirin ermeni  köylerinden biri. Aslında sadece bu köy için özel bir yazı hazırlanacak kadar da hikaye barındırıyor içinde. Köy merkezinde 1860 lı yıllarda inşa edilen ve 1997 yılında estetik mimarinin güzel bir örneği olarak restore edilen Meryem Ana Kilisesi ile karşılaşırsınız. Kilisenin bahçesine uğramışken köyü yaşatmak adına kurulan ve köy kadınlarının el emekleri ile hazırlanan, nar ekşisi, şuruplar, şaraplar, reçeller ve tadına doyamayacağınız likörlerden mutlaka almalısınız. Ayrıca uzaktan sipariş verdiğinizde kargoyla evinize kadar gönderiyorlar. Benim favorim köy kadınlarının yaptığı portakal çiçeği reçeli ve tuzlu yoğurt süzmesiydi. Kiliseden aşağıya doğru yürürken köyün evleri dikkatinizi çekecektir. Merkezde ki köy kahvesinde çayınızı içip minibüsün sizi almasını beklerken yerel halkla yapacağınız sohbetin tadını çıkarın.


Oldukça yoğun geçen bir günün sonunda şehir merkezine dönüş ve yarın sabah yapılacak olan Harbiye gezisi için hazırlanmak üzere dinlenmelisiniz. Antakya için önerim 3 tam gün ve 2 gecedir. Bu durumda kısa bir plan yapmak gerekirse, uçağınızı erken saatte hatay’da olacak şekilde seçin. İlk gün sabah eşyalarınızı otele atar atmaz, şehir merkezi gezinizi rahatça yapabilirsiniz. İkinci gün, Çevlik ve Vakıflı civarları. Üçüncü gün ise gece geç saate dönecek şekilde uçuşunuzu ayarlarsanız son derece yeterli ve keyifli bir serüveni tamamlamış olursunuz.

Gelelim üçüncü gün yol hikayemize, az önce de bahsettiğim gibi sabah erken kalkıp odayı boşaltıp valizleri emanete bırakır bırakmaz önce Harbiye’ye gideceğiz oradan Uzun Çarşıya gelip alış verişimizi yapacağız sonrada havalimanı yoluyla kürkçü dükkanına dönüş.

Harbiye (Daphne)

Harbiye’ye yine şehir merkezinden kalkan dolmuşlar ile gidebilirsiniz. Bu dolmuşlar giderken başka dönerken başka bir yol kullanıyorlar. Özellikle dönüş yolu süprizli. Harbiye’nin en önemli özelliği şelaleleri. Her yerden çağlayan sular bir bakıma sizi cennete çağırıyor gibi ama her şelalenin dibine kurulmuş çay bahçeleri ise bir o kadar cennetten kovulma isteğinizi artırıyor. Harbiye ile ilgili yetkililere bir talepte bulunmak istiyorum. Burayı doğal park ilan edip, çay bahçeleri için ise başka bir formül yaratsınlar eminim hem işletmeler hem de doğal güzellik için çok daha iyi bir sonuç elde edilecektir.


Şelalerin sesi, havanın temizliği derken acıkacağınız bu yerde tavuk yemenizi öneririm. Özel sosla hazırlanıp mangalda pişirilen tavuk eti oldukça lezzetli. Ayrıca Suriye’den gelen kaçak malların satıldığı minik bir pazarın içinden geçerken de çeşitli hediyelik eşyalar almanız mümkün. Fotoğrafçılar için enstantene denemelerine poz veren çağlayanlar oldukça farklı kompozisyonlara olanak verecektir. Maksimum yemekle birlikte iki ya da üç saatinizi alacak Harbiye yolculuğunun dönüşünde minibüse binin. Şehrin terası olarak anılan yerden geçen minibüs bütün Antakya’yı 360 derece görebileceğiniz yükseklikten geçerek merkeze dönüyor. Bu yolculuktan keyif alacaksınız. Ayrıca eğer St.Pierre Kilisesine gidemediyseniz sakın üzülmeyin, minibüs şehre tam kilisenin olduğu yerden dönüyor. Son fırsat hale elinizde. Orada inip kiliseyi gezip merkeze yürüyebilirsiniz.


İşte sonunda uzun çarşıya geri döndük. Alış verişinizi yapıp belki son kez tatlınızı yedikten sonra Havaş’ı arama ve havalimanına doğru yola çıkma vakti.

Gezginler için yol ve hikayeler bitmez. Başka yerlerde başka hikayeler ile görüşmek üzere.


Bunları Biliyor Muydunuz?


*Antakya Mozaik Müzesi Mozaikleri bakımından Dünyada ikinci sırada...
*St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın yayıldığı ilk mağara kilise...
*Asi Nehri Güney’den Kuzey’e ters akan tek nehirdir...
*Habib-i Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk camidir...
*Hatay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Devlet olma özelliğini kazanmış tek vilayettir...
*M.Ö 300 yılında kurulan Antakya, M.Ö I. yy antik dünyanın üç büyük şehrinden biriydi.
*Roma döneminde yapılan Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmıştır.
*Antakya müzesindeki para koleksiyonu dünyada 3. sırada yer almaktadır.
*Dünyada meşalelerle aydınlatılan ilk sütunlu cadde olan HEROD CADDESİ (KURTULUŞ CADDESİ) Antakya’dadır.