Sevgili Kaptan,
Denizde işler nasıl bilmiyorum ama kara her zaman ki gibi... İnsanlar sadece önüne bakıyor, gözlerini ufuklara çevirenlere rastlamak çok zor burada. Üstelik umutsuz ve öfkeliler. Her şeye rağmen iyi şeylere de rastladığım oluyor. Bir dostumun başarısına ya da bir bebeğin sıcak gülümsemesine tanıklık ediyorum... Sen bunları gemide biraz zor görürsün. Ayrıca seyir defteri için hayatı sokakta yaşamaya devam ediyorum. Şimdi sana "Olivya Geçidini" anlatacağım.
İstiklal Caddesinde, Galatasaray Meydanını geçer geçmez sağ tarafta Barcelona Pastanesinden önceki sokaktan girdiğinizde sizi bekleyen bir kapı aralığıdır. Sokağın girişinde ki türk kahvesi yapılan yerler bir soluk almak için son derece elverişlidir. Ama benim size bu sokakta anlatacak başka mekanların var.
"J'adore" çikolatacısı ve restoranıyla başlayalım. Farklı iki mekanı ve klasiği yaşatan bu yerler aslında tek elden gibi çalışıyorlar. Restorant bölümünde pizza ve rissotto yerken, pastane kısmında bir çikolata festivali yaşayabilirsiniz. Genelde çikolatacı bölümünde yer olmadığında sizi restoran bölümüne yönlendiriyorlar. İki mekanda da masaya hemen gelen naneli limonlu su artık bu mekanların vazgeçilmezi olmuştur. Benim favorim "fondü"... mevsim meyveleri ile yapılan ve çikolatasının tanrısal bir lezzet yaşattığı bu pastanede damak tadınıza ödül verebilirsiniz. Özellikle soğuk kış günlerinde bir mola vermek adına burada tatlı yemenizi tavsiye ediyorum. "J'adore" aslında fransızca da "taparım" anlamına geliyor. Sanırım bir çikolatacı için en uygun isimlerden biride budur. Çoğu zaman kalabalık olduğu için sıra beklemeniz gerekebilir ama deyeceğini düşünüyorum.
Sokakta dolaşmaya devam ediyoruz. Bu sokak İstiklal'e "u" çizer şekilde konumlanmıştır. Sokağın hemen köşesinde "Gölge Cafe" sizi karşılar. Porsiyonları oldukça doyurucu ve lezzetli olan bu cafenin "şefini" hep merak etmişimdir. Henüz tanışamadım ama yaptığı her şeyi büyük bir keyifle mideye indiriyorum. Üstelik çok güzel bir kahvaltı menüsünde var. Gölge de gerçekten acıktığınız bir zaman gidip tıka basa doyarak çıkabilirsiniz. Yalnız porsiyonlar gerçekten büyük olduğundan bir porsiyonla iki kişi doymanız bile mümkün. Cafe de laptopunu açmış çalışan birçok insana da rastlanır. Sanırım Wi-Fi olmasından ve çalışmak için İstiklal'in gürültüsünden biraz da olsa uzakta kalmasındandır. Gölgenin yemeklerini ayıramayacağım, hepsi güzel ama değişiklik olması bakımından "kabaklı cheescake" ini denemenizi tavsiye edebilirim. Ben buraya yemek yemenin yanı sıra kahve molaları ve dostlarla yapılacak birkaç lakırdı içinde uğrarırım. Bunun en büyük sebebi filitre kahveyi büyük kupayla getirmeleridir aslında. Sanki tamda evimin salonunda oturuyormuşcasına rahat ettirir sizi garsonlar. O yüzden yolunuz gölgeye düştüğünde rastlamamız an meselesidir.
Gölgeden çıkıp geçitte yürümeye devam ediyoruz. Eskiden burada olan ama bir takım nedenlerden dolayı kapanan "rejans" restorantı da yine bu geçittedir. Rejans, rusça da saraydan gelen "zerafet" anlamındadır. Bu restorant büyük bir tarihe ev sahipliği yapmıştır. Özellikle Atatürk'ün misafirlerini ağırlamak için tercih ettiği mekanlardan biri olan bu yer, Agahta Christie’leri, Muhsin Ertuğrul’ları, İbrahim Çallı’ları ağırladığı günlerde olmuştur... Maalesef 70 yıla sığdırdığı konuklarını artık başka yerde başka isimle ağırlamaya devam ediyor. O yıllarda rus yemekleri rus votkası ve unutulmaz sunumları ile efsane olmayı başarmıştır. Şimdi size "Rejans"ın web sitesinde yayınlanan bir yazıyı aynen aktarıyorum :
"1931 yılında Mihail Mihailoviç'in ödeme güçlüğüne düşmesiyle, Galatasaray'da Levantenlerin Olivio Geçidi olarak adlandırdıkları mekan, Tevfik Manars, Veronika Protoppova ve Vera Çirik üçlüsü tarafından Rejans adıyla ve bir Rus lokantası olarak işletilmek üzere devralınır. Araştırmacı yazar Jak Deleon, ilk kuruluş yıllarındaki Rejans üzerine Remzi Kitabevinden çıkan "Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar" adlı kitabında şu görüşlere yer verir.
Rejans, tıpkı Beyoğlu gibi "nev'i şahsına münhasır" bir efsanedir.

Akşamüstü bir barda soluklanıp yemeği Rejans'ta yemeyen bir gazeteci var mıdır ? Bırakın gazetecileri reklamcısından mütahhitlere, öğretim üyesinden bürokratına Rejansı tanımamış, o dev salonda eski bir kültürün tadına varmamış "ehl-i damak" bulmak mümkün mü ? Artık olmayan piyanosu, eskilerin yerini almış genç garsonları, hanım yöneticileri ve Rejans'ın ünün, yeryüzünün her yöresinden duymuş olan turistleriyle ilginç bir ortamdır bu yaşlı lokanta. Özenli servisi ve değişik yemek dağarcığıyla ayrı bir çekiciliği vardır. Beyaz Ruslar'ın dükünden düşesine "istila" ettikleri Beyoğlu, Galata, Asmalımescit ve Aynalıçeşme coğrafyası içinde çok özel bir noktada durmaktadır. Savaş öncesi İstanbul'u aydınlatan bir "romantik" ışıldaktır Rejans: Bolşevik rejiminden canını (ama malını değil) kurtarıp postu Türkiye'ye atan, yakası bembeyaz, gömleği tertemiz, pantalonu ütülü "Grand Dük" eskilerinin şef garsonluk yaptığı bu lokantaya Atatürk'ün sık sık geldiği söylenir. Franz Von Papen, Alman sefiri iken bir kez uğramış, pek beğenip alışkanlık edinmiş Rejans'ta akşam yemeği yemeyi. Peki başka ? İşte "renk cümbüşü" orada başlıyor. Casusların cirit attığı 1940'ların İstanbulunda Rejans'ın bir çok romantik "espionage" filmine konu olabilecek buluşmalara sahne olduğu rivayet edilir"
Sokağın sonundan İstiklale tekrar dönen bölüme geldiğinizde sağ tarafta "Olivya Han" durur. Hemen akla "ikinci kat" gelir tabi ki... Sezon açıldı güzel oyunlar sizi bekliyor. Ben bu sezonu geçen yıl izleyemediğim bir oyun olan "Limonata" ile açtım... Daha nice oyun içinse takipçileriyim... Genelde 20:30 gibi başlayan oyunlar için önceden bilet almanızı öneririm. Ama benim gibi doğaçlama yapıp acaba ne var bu akşam tadında uğrayacaksanız, sekiz gibi orada olup şansınızı zorlayabilirsiniz.
Bu hanın önü eskiden bizim "manda batmazda" buluşalım diyerek sürekli uğradığımız bir sokak kahvesiydi. O yıllarda masalar ve sandalyeler dışarda durabildiği için, kar kış demeden simidimizi alır çay içmeye gelirdik. Üniversite yılları para yok hayal çok... Bu ara sokakta ne gemiler yapıp batırdık kaptan bilemezsin. Şimdi bir yabancı gibi oradan geçip istiklale karışmak varya geçmişi es geçmek gibi ya neyse...
Bu geçidi herkes bilir ve en az bir kez yolu düşmüştür... Üstelik benim bu yazıda bahsetmediğim başka önemli yerlerde vardır. Ama hep diyorum ya ben dokunduğum alanları anlatıyorum sana yani söz verdiğim gibi kaptan hayatı sokaklarda arıyorum. Hatta bazı izler bırakıyorum geçtiğim yerlere, beni bul diye... Bu geçidi hep sevdim en çokta adı "olivya" olduğu için galiba. Ayrıca kaptan, bu geçidin en büyük sırrı da burada geçen zaman değil duygular... Bu yüzden asırlar geçse de bazı şeyler aynı kalabiliyor. Tıpkı, bir insan yaşlansada sevgiye olan ihtiyacının baki kalması gibi. Bu geçitte asırlara meydan okusada insanlara hep muhtaç kalacak.
Not: Fotoğraflar için Feyzan Yılmaz'a teşekkürler.
Denizde işler nasıl bilmiyorum ama kara her zaman ki gibi... İnsanlar sadece önüne bakıyor, gözlerini ufuklara çevirenlere rastlamak çok zor burada. Üstelik umutsuz ve öfkeliler. Her şeye rağmen iyi şeylere de rastladığım oluyor. Bir dostumun başarısına ya da bir bebeğin sıcak gülümsemesine tanıklık ediyorum... Sen bunları gemide biraz zor görürsün. Ayrıca seyir defteri için hayatı sokakta yaşamaya devam ediyorum. Şimdi sana "Olivya Geçidini" anlatacağım.
İstiklal Caddesinde, Galatasaray Meydanını geçer geçmez sağ tarafta Barcelona Pastanesinden önceki sokaktan girdiğinizde sizi bekleyen bir kapı aralığıdır. Sokağın girişinde ki türk kahvesi yapılan yerler bir soluk almak için son derece elverişlidir. Ama benim size bu sokakta anlatacak başka mekanların var.
"J'adore" çikolatacısı ve restoranıyla başlayalım. Farklı iki mekanı ve klasiği yaşatan bu yerler aslında tek elden gibi çalışıyorlar. Restorant bölümünde pizza ve rissotto yerken, pastane kısmında bir çikolata festivali yaşayabilirsiniz. Genelde çikolatacı bölümünde yer olmadığında sizi restoran bölümüne yönlendiriyorlar. İki mekanda da masaya hemen gelen naneli limonlu su artık bu mekanların vazgeçilmezi olmuştur. Benim favorim "fondü"... mevsim meyveleri ile yapılan ve çikolatasının tanrısal bir lezzet yaşattığı bu pastanede damak tadınıza ödül verebilirsiniz. Özellikle soğuk kış günlerinde bir mola vermek adına burada tatlı yemenizi tavsiye ediyorum. "J'adore" aslında fransızca da "taparım" anlamına geliyor. Sanırım bir çikolatacı için en uygun isimlerden biride budur. Çoğu zaman kalabalık olduğu için sıra beklemeniz gerekebilir ama deyeceğini düşünüyorum.
Sokakta dolaşmaya devam ediyoruz. Bu sokak İstiklal'e "u" çizer şekilde konumlanmıştır. Sokağın hemen köşesinde "Gölge Cafe" sizi karşılar. Porsiyonları oldukça doyurucu ve lezzetli olan bu cafenin "şefini" hep merak etmişimdir. Henüz tanışamadım ama yaptığı her şeyi büyük bir keyifle mideye indiriyorum. Üstelik çok güzel bir kahvaltı menüsünde var. Gölge de gerçekten acıktığınız bir zaman gidip tıka basa doyarak çıkabilirsiniz. Yalnız porsiyonlar gerçekten büyük olduğundan bir porsiyonla iki kişi doymanız bile mümkün. Cafe de laptopunu açmış çalışan birçok insana da rastlanır. Sanırım Wi-Fi olmasından ve çalışmak için İstiklal'in gürültüsünden biraz da olsa uzakta kalmasındandır. Gölgenin yemeklerini ayıramayacağım, hepsi güzel ama değişiklik olması bakımından "kabaklı cheescake" ini denemenizi tavsiye edebilirim. Ben buraya yemek yemenin yanı sıra kahve molaları ve dostlarla yapılacak birkaç lakırdı içinde uğrarırım. Bunun en büyük sebebi filitre kahveyi büyük kupayla getirmeleridir aslında. Sanki tamda evimin salonunda oturuyormuşcasına rahat ettirir sizi garsonlar. O yüzden yolunuz gölgeye düştüğünde rastlamamız an meselesidir.
Gölgeden çıkıp geçitte yürümeye devam ediyoruz. Eskiden burada olan ama bir takım nedenlerden dolayı kapanan "rejans" restorantı da yine bu geçittedir. Rejans, rusça da saraydan gelen "zerafet" anlamındadır. Bu restorant büyük bir tarihe ev sahipliği yapmıştır. Özellikle Atatürk'ün misafirlerini ağırlamak için tercih ettiği mekanlardan biri olan bu yer, Agahta Christie’leri, Muhsin Ertuğrul’ları, İbrahim Çallı’ları ağırladığı günlerde olmuştur... Maalesef 70 yıla sığdırdığı konuklarını artık başka yerde başka isimle ağırlamaya devam ediyor. O yıllarda rus yemekleri rus votkası ve unutulmaz sunumları ile efsane olmayı başarmıştır. Şimdi size "Rejans"ın web sitesinde yayınlanan bir yazıyı aynen aktarıyorum :
"1931 yılında Mihail Mihailoviç'in ödeme güçlüğüne düşmesiyle, Galatasaray'da Levantenlerin Olivio Geçidi olarak adlandırdıkları mekan, Tevfik Manars, Veronika Protoppova ve Vera Çirik üçlüsü tarafından Rejans adıyla ve bir Rus lokantası olarak işletilmek üzere devralınır. Araştırmacı yazar Jak Deleon, ilk kuruluş yıllarındaki Rejans üzerine Remzi Kitabevinden çıkan "Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar" adlı kitabında şu görüşlere yer verir.
Rejans, tıpkı Beyoğlu gibi "nev'i şahsına münhasır" bir efsanedir.

Akşamüstü bir barda soluklanıp yemeği Rejans'ta yemeyen bir gazeteci var mıdır ? Bırakın gazetecileri reklamcısından mütahhitlere, öğretim üyesinden bürokratına Rejansı tanımamış, o dev salonda eski bir kültürün tadına varmamış "ehl-i damak" bulmak mümkün mü ? Artık olmayan piyanosu, eskilerin yerini almış genç garsonları, hanım yöneticileri ve Rejans'ın ünün, yeryüzünün her yöresinden duymuş olan turistleriyle ilginç bir ortamdır bu yaşlı lokanta. Özenli servisi ve değişik yemek dağarcığıyla ayrı bir çekiciliği vardır. Beyaz Ruslar'ın dükünden düşesine "istila" ettikleri Beyoğlu, Galata, Asmalımescit ve Aynalıçeşme coğrafyası içinde çok özel bir noktada durmaktadır. Savaş öncesi İstanbul'u aydınlatan bir "romantik" ışıldaktır Rejans: Bolşevik rejiminden canını (ama malını değil) kurtarıp postu Türkiye'ye atan, yakası bembeyaz, gömleği tertemiz, pantalonu ütülü "Grand Dük" eskilerinin şef garsonluk yaptığı bu lokantaya Atatürk'ün sık sık geldiği söylenir. Franz Von Papen, Alman sefiri iken bir kez uğramış, pek beğenip alışkanlık edinmiş Rejans'ta akşam yemeği yemeyi. Peki başka ? İşte "renk cümbüşü" orada başlıyor. Casusların cirit attığı 1940'ların İstanbulunda Rejans'ın bir çok romantik "espionage" filmine konu olabilecek buluşmalara sahne olduğu rivayet edilir"
Sokağın sonundan İstiklale tekrar dönen bölüme geldiğinizde sağ tarafta "Olivya Han" durur. Hemen akla "ikinci kat" gelir tabi ki... Sezon açıldı güzel oyunlar sizi bekliyor. Ben bu sezonu geçen yıl izleyemediğim bir oyun olan "Limonata" ile açtım... Daha nice oyun içinse takipçileriyim... Genelde 20:30 gibi başlayan oyunlar için önceden bilet almanızı öneririm. Ama benim gibi doğaçlama yapıp acaba ne var bu akşam tadında uğrayacaksanız, sekiz gibi orada olup şansınızı zorlayabilirsiniz.
Bu geçidi herkes bilir ve en az bir kez yolu düşmüştür... Üstelik benim bu yazıda bahsetmediğim başka önemli yerlerde vardır. Ama hep diyorum ya ben dokunduğum alanları anlatıyorum sana yani söz verdiğim gibi kaptan hayatı sokaklarda arıyorum. Hatta bazı izler bırakıyorum geçtiğim yerlere, beni bul diye... Bu geçidi hep sevdim en çokta adı "olivya" olduğu için galiba. Ayrıca kaptan, bu geçidin en büyük sırrı da burada geçen zaman değil duygular... Bu yüzden asırlar geçse de bazı şeyler aynı kalabiliyor. Tıpkı, bir insan yaşlansada sevgiye olan ihtiyacının baki kalması gibi. Bu geçitte asırlara meydan okusada insanlara hep muhtaç kalacak.
Not: Fotoğraflar için Feyzan Yılmaz'a teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder