21 Ekim 2012 Pazar

Hare Krishna...

Sevgili Kaptan,

İyi niyetli olmanın yeterli olmadığı bir kıyıdan yazıyorum sana. Eğer kendinden başka birilerinin sorumluluğunu almadan devam etmek istiyorsan vatandaşlıktan çıkartılıyorsun. Erdem ve alışkanlıklarını sürekli çatıştırmak zorundasın ve gelişmem için günah işlemem gerekiyor. Bir süre burada konaklayacağım. Nerde olduğumu merak ettiğini biliyorum, pusulamı aldılar o yüzden koordinat veremiyorum ama buraya "Mahabharata" diyorlar.



Mahabharata; insanlığın büyük öyküsü anlamına geliyormuş aynı zamanda kendi öykümüz anlamında da kullanıyorlar.

Günah işlemeyi öğreniyorum kaptan. Böylece önce tanrıma, sonrada kendi sınırlarıma meydan okuyorum. Savaşmanın erdemini arıyorum. Henüz bulamadım. Kalbim işlediğim günahların ızdırabıyla acıyorken, kafesinden çıkan ruhum özgürlük sarhoşluğunda. Günahlarım, beni sana ve bana daha çok yaklaştırıyor. Burada sen ve ben yok... Herkes aynı şeyin parçası olduğuna inanıyor. Ve diyorlar ki;  "birşey eğer mahabharata da varsa, her yerde vardır; ama burada yoksa hiçbir yerde yoktur".

İnsanları mitolojik kahramanlardan ibaret. Hikayelerinde konuşan hayvanlar var. Hatta bir tanesi şöyle;

Şahin ile Güvercin
Adaletiyle ünlü bir kral vardı. Yeryüzünün en adaletli kralı olduğu bile söyleniyordu. Bir gün bir güvercin gelip kralın kalçasına kondu, kraldan kendisini korumasını istedi. "Söz veriyorum sana" dedi kral güvercine.
Aynı anda cılız bir şahin gelip yakındaki bir dala kondu ve krala:
"O güvercin benim. Bana ver onu," dedi.
"Hayır olmaz," dedi kral. "Düşmanından korkan bir hayvan teslim edilmez."
Şahin kralın dikkatini çekerek şöyle dedi:
"Yeryüzünün bütün adaletleri adalet adının yalnızca sana yaraştığını söylüyorlar. Öyleyse neden adalete karşı çıkıyorsun? Açlık yüzünden çektiğim sıkıntıları bu güvercin hafifletmeli. Bana ver onu."
Kral, bakışlarını korku içindeki güvercine çevirdi ve şahine:
"Titreyen haline bak şunun," dedi. "Varlığını bana emanet etti. Onu veremem."
"Bütün her şey besinle sürdürülüyor" diye açıklamada bulundu şahin. "Besin olmadan yaşam olmuyor. Dünya kurulduğundan bu yana, doğanın düzenli kalıtım yasasıyla bu güvercin bugün benim yiyeceğim olarak belirlendi. Onu bana ver."
"Verdiğim söz yazgıdan güçlüdür," dedi kral.
"Dharma'dan da mı güçlü?"
"Elbette," diye yanıtladı kral.
O zaman şahin zayıflıktan ölüyormuş gibi göründü
"Yiyeceğim olmadığı için canım çıkacak," dedi. "Benimle birlikte eşim ve oğlum da ölecekler: Bir tek cana karşı bir çok can. Sana şunu söylüyorum: Erdemi yok eden erdem sahte bir erdemdir, zalim bir erdem. Gerçek erdem zorunlu olarak çelişkileri aşar. Lehte ve aleyhte olan öğeleri tartar ve adil olandan yana karar verir. Karar veremeyen erdem erdem değildir."
Şahinin söylediklerini dikkatle dinleyen kral yanıt verdi:
"Söylediklerin çok anlamlı. Ama yardıma gereksinimi olan bir canlı varlığı nasıl bırakrım, böyle bir eylem sana göre nasıl iyi olabilir? Başka bir şey yiyebilirsin, bir öküz, bir domuz, bir ceylan."
"Şahinler domuzları yemezler. Şahinler güvercinleri yerler.Bu sonsuza kadar sürecek bir yasadır, şahinlerin Dharma'sıdır bu."
Sana ne istersen vereyim!" diye haykırdı kral. "Bütün bir öküz getirteyim! Bütün hayvanlarımı, bütün krallığımı vereyim! Ama bu güvercini isteme benden."
Biraz düşündükte sonra şahin şöyle dedi:
"Yalnızca bir şeyi kabul ederim. Bu güvercini bu kadar çok seviyorsan sağ kalçandan güvercinin ağırlığı kadar bir parça kes ve onu bana ver."
"Bir terazi getirilsin!" diye emretti kral.
Bir terazi getirildi. Kefelerinden birine korkudan titreyen güvercin konuldu. Kral ince uzun bir bıçağı tutup kalçasından bir parça et kesti ve öteki kefeye koydu. Ama güvercinin ağırlığı kesilen parçanın ağırlığından fazlaydı. Kral bir parça daha kesti, kefeye koyu. O da yetmedi. Bir parça, bir parça daha kesti. Ama güvercin kralın kalçasından kestiği parçalardan hala daha ağırdı.
Kral öteki kalçasını da kesti. Kollarından, göğsünden parçalar kesti, bütün etini kesti. Sonunda kala kala ortada yalnızca kanlı bir iskelet kalmıştı, kefeye kendi çıktı. Terazide hiç hareket olmadı.
Güvercinin ağırlığı kralın ağırlığından daha fazlaydı.
O zaman şahin:
"Ben ve güercin, biz buraya dünyanın en adaletli adamı denilen seni tanımak için geldik," dedi.
Ve iki kuş birlikte uçup gittiler.
Yabancıya bu hikayeden hangi anlamı çıkarmamı beklediğini sordum. Bana dedi ki;

"Ve bu hikayelerin her biri, kararsız kalan, doğru olanı ayırt etmede zorlanan kahramanlara bir şeyler söyler. Çünkü ayırt etmek zordur. Bir labirentin içinden çıkmak isteyen birine , eğer kişi geldiği yolu işaretlememişse, ancak o labirente tepeden bakabilen biri yardım edebilir. Zihinsel bir labirent için de bu böyledir. Özgürlüğe giden yol karmaşık ve kafa karıştırıcı gelecektir. "

Öylesine renkli ve bilge kişilikler var ki burada her biri bir kitap konusu aslında. Ama ben sana ençok etkilendiğimi anlatmak istiyorum. Adı Krişna... Burada ona "vişnu" nun 8. avatarı diyorlar. O bir prens ... flüt çalıyor... Ve müziği ile etkileyemiyeceği kadın yok. Bu yeteneğinden dolayı bir nevi aşk tanrısı rolü oynuyor. Ama öylesine bilgece yapıyor ki bunu ona teslim olmak için sabırsız insanlar görüyorum çevresinde.


Bende onunla tanışmak için çok sabırsız davrandım. Ondan aşkını değil korumasını isteyecektim. Onların topraklarında yapayalnız ve savunmasızdım.  Büyük bir heyecanla karşısına çıkartılmak üzere hazırlanmaya başladım. Sarayın bir bölümünde bu işi yapan özel hizmetliler vardı. Önce ruhumu yıkadılar. Öyle pis bir su aktı ki tasvir etmem mümkün değil. Bir hafta kadar yaseminlerin içinde derin bir uykuya mayaladılar tenimi. Uyandığımda bir çiçek gibi kokuyordu bedenim. Sonra elime kalem verdiler, kendi kendine yazan bir kalem. Hiç durmadan sayfalarca kalemden dökülen kelimeleri okumamı söylediler. Son olarakta ipek böceklerinin hazırladığı pembe bir elbise ile beni karşısına çıkmak üzere tanrılar katının bahçesine bıraktılar.  Önce müziğini duydum, sonra ayak izlerini. Damalı haç şeklindeydi ayak izler. Hitlerin kirlettiği işaret. Sonra da sesini duydum. Haklıydılar... Önce müziğine sonra sesine kalbim atmaya başladı. Hayır dedim kendime. Kontrolü elden bırakma, aşkını değil korumasını isteyeceksin.  Tam da bunu kendi içimde tekrarlarken, belimde elini hissettim. Arkamda ona dönmemi bekleyen bir prens vardı... Krişna...


Ve ben ona yüzümü dönmeden uyandım...

Hindistanda, beni koruması için dua ettiğim krişna ile birçok yerde yollarımız kesişti.



Şimdi ise her gece ona bakıp uykuya dalıyorum ya da sabah uyandığımda ilk onu görüyorum kaptan. Yatak odamın bütün duvarlarını fotoğrafları ve kolaj içinde ki halleriyle süslüyor.

Evet kaptan, geceleri gemi, yıldızlar ve sohbetin olmayınca, rüyalarımda destanlara karışıyorum...

Dün boğazın kıyısından, bir damla göz yaşı gönderdim size. İçine de huzur koydum. Gemiye ulaştığında haber verin lütfen, merakta kalmayayım.

Rüzgarınız arkanızda, yolunuz rotasında olsun.

Saygılarımla,

Seyr-i Alemciniz.

Deep bilgi;

On bir yıllık bir çalışmadan sonra, 1985 yılında Peter Brook ve Jean-Claude Carriêre, Avignon şenliğinde, İ.Ö. IV. ya da V. yüzyıla kadar uzanan söylenceleri, serüvenleri ve Hint kültürünün dayandığı inançları bir araya toplayan Mahabharata’nın, bu destansı engin şiirin, sahneye uyarlanan bir yorumunu sergiliyorlardı. Bu oyunun (dokuz saate yakın sürüyordu) olağanüstü başarısından sonra, aynı yazarlar tarafından tümüyle yeniden hazırlanan senaryo üzerine bir film çekildi, daha sonra da birer saat altı bölümlük televizyon dizisi yapıldı. İşte şimdi de Mahabharata romanı karşımızda. Jean-Claude Carriére, ‘değişik düzeylerden hiçbir şey yitirmeden’, sahne ve sinema uyarlamalarında yer verilmeyen kimi bölümler ve yorumlar da katarak ‘öykünün tümünü kolayca okuma olanağı sağlamayı’ amaçlamıştır. Fakat bu kitap mahabharata nın suyunun suyu şeklindedir. Tamamen çevrilmesi ve orjinalini okuyabileceğimiz bir gün gelecektir diye umut ediyorum... zira hintçe kolay öğrenilecek bir dile benzemiyor.



Speacial thanks.... Hayalimdeki kolajı duvara aktaran ressam Tuğçe Karabacak'a teşekkürler. Yukarıda ki fotoğraflar yatak odamın duvarından alınan detaylardır. kendiside aşağıdaki fotoğrafta iş başında...



15 Ekim 2012 Pazartesi

Bu şehrin gecelerinde "HİÇ" yapıyorlar

Sevgili Kaptan,
 
Karada kalmanın buhranları içindeyim. Yolculuğun kendisine dönüşme vaktidir. Sular iyice çekildi kıyılarda, gemiler uzun süre yanaşamaz yaşadığım şehrin rıhtımına.
 

Bu şehirde yeni arkadaşlar edindim. Sokak lambası olarak çalışıyorlar geceleri. Öyle çok parlak tipler değiller ama bulundukları yere ışık saçıyorlar. İlk başlarda pek hoşlanmamıştım onlardan hatta biriyle kavga bile ettim. Hemen kızmayın, söz verdiğim gibi beladan uzak duruyorum. Sadece yıldızları aradığım bir gece karşıma çıkan bir sokak lambasından biraz daha kararmasını istedim o kadar. Tabi ki görev adamı, dinlemedi beni.
Minik bir tartışma diyelim bizimkisi. Öyle de ilerledi ahbablığımız. Aslında iyi çocuklar. Şimdi, ben yıldızlara bakmak istediğimde kısa süreliğine karartıyorlar kendilerini. Çok şey görmüş, geçirmişler. Bu şehrin gecelerini onlardan dinlemenizi isterdim.  Her gece kaldığım yere dönerken bana eşlik ediyorlar. Yol boyunca  kelime oyunu oynuyoruz.  Oyun şöyle; asla yanyana gelmeyecek kelimelerin bir araya geldiğinde anlamlı bir cümle olmasına dikkat ediyoruz. Mesela "diri bir ölüydü" ya da "gürültülü bir sessizlik vardı"... vs. Kolay gibi görünmüştür eminim ama oynamaya başladığınızda anlamlı olacak anlamsız kelime öbekleri bulmakta güçlük çekebiliyorsunuz. Sokak lambalarıyla yürüdüğümüz bir gece, ki yürümekten oldukça yorgun düşmüşüm, beni başka bir dostlarıyla tanıştırdılar. Oldukça yalnız görünüyordu.


Uzunca bir yolun ortasında tek başına duruyordu öylece. Yanında da bizim lambalardan biri. Adı,  "bank". İsmi banada komik geldi. Çok dingin ve deneyimli biri. Hayat üzerine saatlerce konuştuk. Yaklaşık çeyrek asırdır orada oturuyormuş. Öyle çok insan hikayesi görüp dinlemiş ki ansiklobedi çıkarmak istese bütün harfleri en az on tur dönebilir diye düşünmekten kendimi alamadım.  Bu halinden çok mutlu. Dinlemeyi seviyor. Bana da en büyük öğüdü o, oldu. "İnsanları dinlemeyi öğrenmelisin kızım", dedi.  "İnsan doğası gereği kendini anlatmak, ifade etmek ya da sadece var olduğunu göstermek için türlü şarlatanlıklar yapıp durur ama dinlemekte bir yoldur bunu hiç bilmez" diye devam etti. Gemide konuşmamı yasakladığınız günler geldi aklıma. Hani, doğanın dilini öğrettiğiniz zamanlar. Önce kendi dilimden vazgeçecektim ya. Hani bir ay boyunca hiç konuşmamıştım. Sonra da bana büyük bir ders vermiştiniz.  Hiç unutmuyorum, gerçekten doğanın dilini öğreneceğim diye bir ay boyunca susup kuşları denizi hatta balıkları dinledikten sonra hiçbirini anlamadığımı fark ettiğimde çok üzülmüştüm. Fakat siz bana "sonunda dinlemeyi öğrendin, işte doğanın dili" demiştiniz. Sevinsem mi üzülsem mi? bilememiştim.  Tabi ki gemide ki en ilginç aydı benim için. Bazen susmak çok işe yarıyormuş kaptan, karada pek yapamıyorum bunu ama eskisinden daha iyi dinliyorum.
 
Şehirde ki ilk dostlarım işte böyle yürüdüğüm gecelerde yoluma çıktılar. Dedim ya karada kalınca yolculuğun kendisi oldum, onlarda yolcularım.
 
Bu arada biri daha var kaptan, senden bahsetmemden pek hoşlanmıyor. Henüz geceleri yoluma çıkmaya cesaret edemediği için yolcum olamadı. Uzaktan izleyip, yolcularıma laf edip duruyor.  Ona gülümsüyorum. Nedense gülmeyi bırakmış. Gözleri cin gibi. Sanki sürekli birileri ona zarar verecekmiş gibi bakıyor. Dinlediklerini yalanlar ya da gerçekler diye ayırıyor. Daha ona hikayeler anlatmaya başlamadım. Çünkü  kulaklarına muhafızlar dikmiş, kontrolsüz kalbine ya da beynine ulaşmak kolay değil. Hikayelerimi saklıyorum. Muhafızların onları didik didik etmesine izin veremem.

Bu şehrin gecelerinde, korku var kaptan. Özellikle geceleri, sevmeye korkuyorlar. Geceleri göz teması kurmaktan çekiniyorlar. Geceleri bir yabancıya yardım eli uzatmaktan kaçınıyorlar. Hatta geceleri çalışmak bile alışkanlıklarına ters geliyor.
 
Ama birçoğu geceleri uyuyamıyor, ne mi yapıyorlar.... "Hiç"... bu şehrin gecelerinde çok güzel hiç yapılıyor...
 
Tayfalara selamlar, yemeklerinize dikkat etsinler, rom fıçılarını arada güneşe çıkartsınlar, pusulanız kalbiniz yönünüz ben olayım....
 
selamlar,
Seyr-i Alemci.

5 Ekim 2012 Cuma

Olivya Geçidi...

Sevgili Kaptan,

Denizde işler nasıl bilmiyorum ama kara her zaman ki gibi... İnsanlar sadece önüne bakıyor, gözlerini ufuklara çevirenlere rastlamak çok zor burada. Üstelik umutsuz ve öfkeliler. Her şeye rağmen iyi şeylere de rastladığım oluyor. Bir dostumun başarısına ya da bir bebeğin sıcak gülümsemesine tanıklık ediyorum... Sen bunları gemide biraz zor görürsün. Ayrıca seyir defteri için hayatı sokakta yaşamaya devam ediyorum. Şimdi sana "Olivya Geçidini" anlatacağım.


İstiklal Caddesinde, Galatasaray Meydanını geçer geçmez sağ tarafta Barcelona Pastanesinden önceki sokaktan girdiğinizde sizi bekleyen bir kapı aralığıdır. Sokağın girişinde ki türk kahvesi yapılan yerler bir soluk almak için son derece elverişlidir. Ama benim size bu sokakta anlatacak başka mekanların var.

"J'adore" çikolatacısı ve restoranıyla başlayalım. Farklı iki mekanı ve klasiği yaşatan bu  yerler aslında tek elden gibi çalışıyorlar. Restorant bölümünde pizza ve rissotto yerken, pastane kısmında bir çikolata festivali yaşayabilirsiniz. Genelde çikolatacı bölümünde yer olmadığında sizi restoran bölümüne yönlendiriyorlar. İki mekanda da masaya hemen gelen naneli limonlu su artık bu mekanların vazgeçilmezi olmuştur. Benim favorim "fondü"... mevsim meyveleri ile yapılan ve çikolatasının tanrısal bir lezzet yaşattığı bu pastanede damak tadınıza ödül verebilirsiniz. Özellikle soğuk kış günlerinde bir mola vermek adına burada tatlı yemenizi tavsiye ediyorum. "J'adore" aslında fransızca da "taparım" anlamına geliyor. Sanırım bir çikolatacı için en uygun isimlerden biride budur. Çoğu zaman kalabalık olduğu için sıra beklemeniz gerekebilir ama deyeceğini düşünüyorum.

Sokakta dolaşmaya devam ediyoruz. Bu sokak İstiklal'e "u" çizer şekilde konumlanmıştır. Sokağın hemen köşesinde "Gölge Cafe" sizi karşılar. Porsiyonları oldukça doyurucu ve lezzetli olan bu cafenin "şefini" hep merak etmişimdir. Henüz tanışamadım ama yaptığı her şeyi büyük bir keyifle mideye indiriyorum. Üstelik çok güzel bir kahvaltı menüsünde var.  Gölge de gerçekten acıktığınız bir zaman gidip tıka basa doyarak çıkabilirsiniz. Yalnız porsiyonlar gerçekten büyük olduğundan bir porsiyonla iki kişi doymanız bile mümkün. Cafe de laptopunu açmış çalışan birçok insana da rastlanır. Sanırım Wi-Fi olmasından ve çalışmak için İstiklal'in gürültüsünden biraz da olsa uzakta kalmasındandır. Gölgenin yemeklerini ayıramayacağım, hepsi güzel ama değişiklik olması bakımından "kabaklı cheescake" ini denemenizi tavsiye edebilirim. Ben buraya yemek yemenin yanı sıra kahve molaları ve dostlarla yapılacak birkaç lakırdı içinde uğrarırım. Bunun en büyük sebebi filitre kahveyi büyük kupayla getirmeleridir aslında. Sanki tamda evimin salonunda oturuyormuşcasına rahat ettirir sizi garsonlar. O yüzden yolunuz gölgeye düştüğünde rastlamamız an meselesidir.


Gölgeden çıkıp geçitte yürümeye devam ediyoruz. Eskiden burada olan ama bir takım nedenlerden dolayı kapanan "rejans" restorantı da yine bu geçittedir. Rejans, rusça da saraydan gelen "zerafet" anlamındadır. Bu restorant büyük bir tarihe ev sahipliği yapmıştır. Özellikle Atatürk'ün misafirlerini ağırlamak için tercih ettiği mekanlardan biri olan bu yer, Agahta Christie’leri, Muhsin Ertuğrul’ları, İbrahim Çallı’ları ağırladığı günlerde olmuştur... Maalesef 70 yıla sığdırdığı konuklarını artık başka yerde başka isimle ağırlamaya devam ediyor. O yıllarda rus yemekleri rus votkası ve unutulmaz sunumları ile efsane olmayı başarmıştır. Şimdi size "Rejans"ın web sitesinde yayınlanan bir yazıyı aynen aktarıyorum :


"1931 yılında Mihail Mihailoviç'in ödeme güçlüğüne düşmesiyle, Galatasaray'da Levantenlerin Olivio Geçidi olarak adlandırdıkları mekan, Tevfik Manars, Veronika Protoppova ve Vera Çirik üçlüsü tarafından Rejans adıyla ve bir Rus lokantası olarak işletilmek üzere devralınır. Araştırmacı yazar Jak Deleon, ilk kuruluş yıllarındaki Rejans üzerine Remzi Kitabevinden çıkan "Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar" adlı kitabında şu görüşlere yer verir.
Rejans, tıpkı Beyoğlu gibi "nev'i şahsına münhasır" bir efsanedir.


Akşamüstü bir barda soluklanıp yemeği Rejans'ta yemeyen bir gazeteci var mıdır ? Bırakın gazetecileri reklamcısından mütahhitlere, öğretim üyesinden bürokratına Rejansı tanımamış, o dev salonda eski bir kültürün tadına varmamış "ehl-i damak" bulmak mümkün mü ? Artık olmayan piyanosu, eskilerin yerini almış genç garsonları, hanım yöneticileri ve Rejans'ın ünün, yeryüzünün her yöresinden duymuş olan turistleriyle ilginç bir ortamdır bu yaşlı lokanta. Özenli servisi ve değişik yemek dağarcığıyla ayrı bir çekiciliği vardır. Beyaz Ruslar'ın dükünden düşesine "istila" ettikleri Beyoğlu, Galata, Asmalımescit ve Aynalıçeşme coğrafyası içinde çok özel bir noktada durmaktadır. Savaş öncesi İstanbul'u aydınlatan bir "romantik" ışıldaktır Rejans: Bolşevik rejiminden canını (ama malını değil) kurtarıp postu Türkiye'ye atan, yakası bembeyaz, gömleği tertemiz, pantalonu ütülü "Grand Dük" eskilerinin şef garsonluk yaptığı bu lokantaya Atatürk'ün sık sık geldiği söylenir. Franz Von Papen, Alman sefiri iken bir kez uğramış, pek beğenip alışkanlık edinmiş Rejans'ta akşam yemeği yemeyi. Peki başka ? İşte "renk cümbüşü" orada başlıyor. Casusların cirit attığı 1940'ların İstanbulunda Rejans'ın bir çok romantik "espionage" filmine konu olabilecek buluşmalara sahne olduğu rivayet edilir"

Sokağın sonundan İstiklale tekrar dönen bölüme geldiğinizde sağ tarafta "Olivya Han" durur. Hemen akla "ikinci kat" gelir tabi ki... Sezon açıldı güzel oyunlar sizi bekliyor. Ben bu sezonu geçen yıl izleyemediğim bir oyun olan "Limonata" ile açtım... Daha nice oyun içinse takipçileriyim... Genelde 20:30 gibi başlayan oyunlar için önceden bilet almanızı öneririm. Ama benim gibi doğaçlama yapıp acaba ne var bu akşam tadında uğrayacaksanız, sekiz gibi orada olup şansınızı zorlayabilirsiniz.



Bu hanın önü eskiden bizim "manda batmazda" buluşalım diyerek sürekli uğradığımız bir sokak kahvesiydi. O yıllarda masalar ve sandalyeler dışarda durabildiği için, kar kış demeden simidimizi alır çay içmeye gelirdik. Üniversite yılları para yok hayal çok... Bu ara sokakta ne gemiler yapıp batırdık kaptan bilemezsin. Şimdi bir yabancı gibi oradan geçip istiklale karışmak varya geçmişi es geçmek gibi ya neyse...

Bu geçidi herkes bilir ve en az bir kez yolu düşmüştür... Üstelik benim bu yazıda bahsetmediğim başka önemli yerlerde vardır. Ama hep diyorum ya ben dokunduğum alanları anlatıyorum sana yani söz verdiğim gibi kaptan hayatı sokaklarda arıyorum. Hatta bazı izler bırakıyorum geçtiğim yerlere, beni bul diye... Bu geçidi hep sevdim en çokta adı "olivya" olduğu için galiba. Ayrıca kaptan, bu geçidin en büyük sırrı da burada geçen zaman değil duygular... Bu yüzden asırlar geçse de bazı şeyler aynı kalabiliyor. Tıpkı, bir insan yaşlansada sevgiye olan ihtiyacının baki kalması gibi. Bu geçitte asırlara meydan okusada insanlara hep muhtaç kalacak.

Not: Fotoğraflar için Feyzan Yılmaz'a teşekkürler.