23 Aralık 2012 Pazar

Dur Yolcu!

Sevgili Kaptan,

Bir süredir aradığım haritayı yeni buldum. Üzerine bilmediğim bir dilde notlar düşülmüş. Önce işaretleri sonrada harfleri çözmeye çabaladım. Bu yeni dil içimden geldiği gibi şekilleniyor. Yalın ve öz yani. Bu yüzden iki cümle de olsa içinde bir hikaye gizlediğini hissedebiliyorum. Bir çözsem hemen yola koyulurum diyorum ama zaman alacak belli! Belki de alacağı şey zamandan çok daha fazlası, kim bilebilir..

Ne zaman yollardan uzak kalsam biliyorum ki durduğum yerde bir ben daha bulacağım. 


Şimdi kendi turistik gezimdeyim, hayatıma müze gezer gibi bakıyorum üstelik hiç sanat eseri yok. Bir gün bana yol bitmez demiştiniz. Dursan da bitmez. Gözlerini sıkıca kapatsan da yol bitmez. Bitmedi.  Öyle ki bitmediği gibi ben yol oldum.. yol..yol... hani bir kelimeye arka arkaya söylediğimde anlamı gidiyor demiştim ya bu sefer gitmiyor. Sadece yol, yeni bir yol oluyor, sonra o da yeni bir yol...

Ben yol olduğumdan mıdır nedir, ilk defa yeni diyarları özlemiyorum. Yani içimde ki ses "Dur Yolcu !" dedi ve durdum. Bilirim vakti vardır... bilirim nedeni vardır. Uzak diyarların belki de bekleyesi vardır. Ne de olsa, biz az gidicez, uz gidicez, dere tepe düz gidicez ve hikayeler dinleyeceğiz... 

Yersiz yurtsuz olmak hani en güzeli derdim hep. Yarını bilmemek ya da bildiğin yarınlar içinde yüzmek arasında bir yerde yaşamak gerek ... Yani tam böbreklerinin altından, pankreasın hemen üzerinde bir yerden gelecek aradığın yanıtlar... Hani bir gün özgürlüğümü kaybetmiştim ve bütün tayfalar seferber olup aramıştık. Hatırladınız mı? Siz çok kızmıştınız bana. Dürüstlük özgürlüktür, kaybedeceğin bir şeye sahipte değilsindir, bırakın aramayı ve şu saçmalığı...  Sahip olmadığın şeylere, efendilik yapma... Ama efendisi olduğun şeylerinde kaybına izin verme... Kulaklarımda uzun süre çınladı sesiniz. O gün sizi hiç anlamamıştım.  Bana yol sana anlatır demiştiniz... Anlattı kaptan. Yol bana her şeyi anlattı. Gülümseyerek dinledim bazen de utanarak. 

Umarım gemide işler hallicedir. Arada yıldızlara sorarım sizi, yolu yoldur derler... içim rahatlar. Birkaç limana da tadı yerinde muhabbet bıraktım, uğradığınızda size iletecekler...

Yol benden gitmeden ben hiçbir yere gidemem.

Ya benden yolu alın, ya da durdurun dünyayı!

Selamlar olsun diyarı şehrinize... Fırsat buldukça seyir defterine karalarım yine.

Seyr-i Alemciniz.

20 Aralık 2012 Perşembe

Oliver Stone ve Perde

Dünyada ki güç dengelerinin kapı aralıklarından bakan, haylaz bir adam Oliver Stone. Bazı insanların başarı grafikleri yavaşça havalan bir uçak gibiyken (!) bazılarının da kalp atışlarını gösteren  hayat makineleri grafikleri gibidir...




 






İşte Stone böyle bir adam. Platoon gibi bir iş yapıp şuan Savages ile yerle bir oluşunu görmek içler acısı. Peki şimdiye kadar yaptıkları bunu telafi eder mi? Bence eder... Hayatta herkese sıradan olmak ya da kötü iş çıkarmak için izin vermek gerek...

Bu ihtiyar delikanlıya haylaz demiştim, çünkü sinemasında ki tutumu ve ruhu, kamerasıyla olan flörtik halleri oldukça girift. 

Stone, vietnam savaşında bizzat bulunmuş iki kere de ağır yaralanmıştır. Zaten, Platoon, Doğum günü 4 Temmuz ve Cennet ile Yeryüzünde savaşa dair bütün duygu ve düşüncelerini beyaz perdeye aktarmaktan geri durmamıştır. Fakat bir yandan "Scarface" ve "Evita" gibi projelerinde senaristliğini yapmıştır. 

Sonra Amerikan sistemine kafayı takıp, önce başkanlarını (Nixon) sonra da suikastlerini (JFK) kendi gözünden irdelemekten çekinmemiştir. Bununla da kalmayıp kafayı paranın yolculuğuna takmış "Wallstreet" i çekmiştir. 




Biz ise onu Gece Yarısı Ekspresi ile uzun yıllar kara listede tutmuşuz. Ama filmleri bütün salonlarda yerini almış ve gişesi pazardaki paydan hakkına düşeni cebe indirmiştir. 

Birde tarantino ile olan "Naturel Born Killers" var ki üzerine bol miktarda konuşabiliriz...

Bu adam, kafasını zaman zaman bir şeylere takıyor bunu toplumsal sorunlardan çıkarıp bireylerin hikayesine indirgiyor sonra da hollywood klişilerini ustaca filmlerinin içine yerleştirmeyi başarıyor.

Peki bütün bunlar nasıl bir sistemde işliyor? Amerika, sinemasının güçlü bir silaha dönüşmesini nasıl başarıyor? Sanırım bütçeler yapılırken savunma sanayi kendi payının bir kısmını sinemaya aktarma konusunda oldukça kararlı (?). Şimdi Oliver'ın da komplocu yönetmenlerden sayıldığı o dünyaya ciddi bir bakıl atalım ve neler dönmüş bir görelim...





Komplo Filmlerine yüzeysel bakış...

Komplo filmleri her zaman izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Bu yüzden ekonomik beklentiler üzerine kurulan hollywood sineması bunu sonuna kadar sömürmüştür. Öncelikle “komplo teorisi” nin kavramsal tanımına bakalım:

Komplo teorisi, kamuoyu tarafından belli bir şekilde algılanmış herhangi bir olay hakkında geliştirilmiş, kamuoyundan saklandığı iddia edilen bilgilerle, gizli bilgilere veya olayın arkasındaki görünmeyen güçlerle ilişkilendirilen alternatif açıklamalara verilen addır. Bazı kişiler komplo teorileri üreten kişileri paranoyak, ilgi çekmeye uğraşan ya da yanlış yönlendirmelerle toplumu yanıltarak bundan politik, ekonomik (ya da medyatik) çıkar sağlamaya çalışan kişiler olarak görür ve iddiaları gülünç ve önemsiz kabul ederler. Öte yandan bu tip iddialar popüler kültür alanında her zaman kendisine yer bulabilmiş, ilgi çekmeyi başarabilmiştir.
Bilimadamlarına göre komplo iddialarına yatkın toplumlar uzun süreli politik, ekonomik veya ahlaki çöküntü yaşayan veya kendilerine karşı önemli bir tehdit yöneldiğini düşünen insanlardır. Öte yandan, İngiliz sosyolog Mark Fenster'a göre belgelendirilebilen pek çok komplo teorisinin fos çıkması, bunların hepten önemsiz olmaları anlamına gelmiyor. Fenster, bu teorilerin ortaya koyduğu gerçeğin, toplumda varolan sisteme karşı genel güvensizlik ve özellikle herşeyin yüzeyde şeffaf ve özgür gözüktüğü demokratik sistemlerde aslında alttan alta süregiden başka mekanizmaların varolduğuna dair inançtır.

Sinemasal anlamda ise bunu en büyük yansımaları Amerikan toplumunda gözlenmektedir.  Çünkü yetmişli yıllarda yapılan birçok film politik sorunlara ışık tutmaktadır.  Bunun nedeninin kısmen, liberalizmin yetmişli yılların ortalarında yeşermesine katkıda bulunduğu popülist beklentileri karşılamaktaki başarısızlığında aranması gerekmektedir. Bu tür filmlerde, CIA ve Amerikan Hükümetlerinin güvenirliliği sorgulanmaktadır.  Bir güven krizi yaşandığının alarmını çalan kamuoyu, büyük çaplı kurumsal değişimlere karşı da benzer bir güvensizlik oluşmuştu. ( Wallstreet)




Dönemin ilk komplo filmlerinden olan Executive Action (1973), altmış başlarının Demokrat Başkanı John Kennedy’ye yönelik sağ kanat bir suikast planını anlatır. Filmde öne sürülen, Kennedy’nin fazla liberal olduğundan dolayı öldürüldüğüdür. Suikastı düzenleyen muhafazakarlar, Kennedy’nin petrol tüketme istihkaklarını düşüreceğinden, Sovyetler’le barış yapacağından, Vietnam’daki savaşı sona erdireceğinden ve yurttaşlık hakları hareketlerinin güçlenmesine izin vereceğinden korkmaktadır. Başlangıçta nüfuslu bir petrolcü komploya katılmayı reddeder, fakat Kennedy’nin liberal görüşler içeren konuşmalarından kesitler izleyince o da ikna olur.
Film Kennedy suikastı etrafında yetmişli yılların başlarında olgunlaşan popüler söylemi başarıyla aktarmasına karşın, sol liberal komplo filmleri türünün genel geçer bir sorununu göz önüne serer. Bir komplo filminin öncülü izleyicide önceden mevcut olan bir onaylamanın varlığına dayanır; buna türsel bir onaylamada denebilir, çünkü izleyicinin western benzeri şablon film türlerine getirmesi beklenen inanma ön eğilimini andırır. Gizli suikast hilesi, Birleşik Devletlerde iktidarın gerçek bir yönünü dramatize etmesi açısından toplumsal eleştirel özellikler taşır. İktidar, kendisini demokratik katılımdan, popülist katılım eşitliği kurallarından ya da dürüstlükten kopuk, bayağı bir güç sahipliği olarak sergilememek zorundadır.  Amerikan yaşamının popülist mizacı iktidardakileri sanki iktidarda değilmişler, sanki yalnızca halkı ve onların çıkarlarını temsil ediyormuş gibi davranmaya zorlar. Komplo filmi ise, sistemin üzerini örttüğü gerçek iktidar yapılarını kişisel düzleme indirgenmiş bir gizli entrika hikayesine dönüştürmek durumundadır. Burada söz konusu edilen entrikanın belirli bir sınıf ya da iktidarın lehine çalıştığını kanıtlamak mümkünse de bu stratejinin nihai başarısı popülist imgelemin dünyada ki kötülükleri kişisel boyutta algılayan ve iktidarın sistemik özelliğini kavramaktan aciz paranoyak tarafını yakalamasında yatar.



Executive Action’da şifrelenmiş olan güvensizlik söylemi Alan Pakula’nın Kennedy’ninkine benzer politik suikastları kurgusal olarak ele alan The Parallax View (1974) filminde ve en önemli watergate filmlerinden biri olan Başkanın Adamlarında (1976) daha da genişletilir. Bu iki film, Klute (1976) ile birlikte “paranoyak üçleme” olarak anılan bir grup oluştururlar.

1975-76 arasında, watergate duruşmaları ve ifşaatlarının, Rocfefeller Komisyonunun, Church ve Pike kongre soruşturmalarının ve CIA yolsuzluklarının popüler, kültürel söyleme sızmaya başladığı bir dönemde, Hollywood ilk defa CIA’yı eleştirel düzlemde ele almıştır.

Komplo Filmlerine birkaç örnek vermek gerekirse;


Three Days of the Condor/ Akbabanın Üç Günü

Komplo teorileri denince akla ilk olarak 60'lı ve 70'li yıllar geliyor çünkü Amerikan tarihine geçen Kennedy suikasti, Vietnam Savaşı, Watergate skandalı gibi olaylar bu dönemde yaşandı. Ve sinema tarihinin en iyi siyasi gerilimlerinden birçoğu bu dönemde çekildi. Three Days of the Condor/ Akbabanın Üç Günü de bu dönemde çekilen başyapıtlardan biri.


Network/ Şebeke

70'lerin paranoya ortamından bir gerilim başyapıtı daha... Faye Dunaway'ın başrolünde olduğu 'Şebeke' hala güncelliğini koruyor.

No Way Out/ Çıkış Yok

Kevin Costner'ın en iyi filmleri arasında yer alan 'Çıkış Yok' usta işi finaliyle ve gerilim dolu kovalamacalarıyla hatırlanıyor.

All The President's Men/ Başkanın Tüm Adamları 

Bürokratik yozlaşmanın, başkan Nixon döneminde patlak veren yüzü olan 'Watergate' skandalını inceleyen iki gazeteci, kısa sürede kendilerini müthiş bir komplolar zincirinin içinde bulurlar. 70'lerin en sağlam gerilimlerinden 'Başkanın Tüm Adamları'nda başrolde Robert Redford ve Dustin Hoffman var. 



Böyle bir dünyanın içinde ise Oliver Stone'un bu yönünü görmek isterseniz kesinle JFK'yi izlerin derim.

Fakat stone sinemasıyla tanışmak isteyenlere önerim şu sıralamayla olacaktır;

1) Platoon
2) Naturel Born Killers
3) Heaven & Earth
4) Nixon
5) JFK

Bütün bunların yanı sıra Belgeselci tarafı ise göz ardı edilemez. Şuan konuşulmayan tarih üzerine bütün Amerikayı ayağa kaldıracak bir TV projesi üzerinde çalışıyor. İnsan kendine şunu sormaktan alı koyamıyor? Bu kadar bireysel eleştiri yapan bir ülke, samimiyeti konusunda ne kadar tatmin edici olabilir (!) Sistem, eksiklerini ve hatalarını göstererek aklanır mı?



Bir de şu var, oliver'ın yaptığını ben yapsam, mesela ağaoğlu ve iktadırın ortaklaşa paraları paylaşıp nasıl ağaç kestiklerini anlatan bir film yapsam.... komplo teorisi bu ya, film gereği işte... Bunun içinde kültür bakanlığından destek istesem... çok eğlenmez miyiz? 

Benim eğlence anlayışım tartışılır ama birileri hayal ediyor ve yapıyor :)

Geyiği bırakıp kavramsal olarak stone için bir sinema manifestosu oluştursak şunları söylerdim:

1.      Masumiyetin kaybı ve geçmişe özlem

Amerika Birleşik Devletleri saflığını ve masumiyetini kaybetmiştir. Yaklaşık 200 yıl önce çok değerli insanlar tarafından, saygı duyulası prensipler üzerine inşa edilmiş olmakla birlikte, Amerikan devleti köklerinde yatan o prensiplerden artık tümüyle uzaklaşmış durumdadır.
Merhametin yerini acımasızlık, cesaretin yerini gözü karalık, erdemin yerini ahlaksızlık, diğer gamlığın yerini bencillik, dürüstlüğün yerini para ve güç avcılığı, yani çıkarcılık almıştır.
Bu değişiklik yaşamın her alanında kendini göstermektedir.
2.      John Fitzgerald Kennedy

Amerikan tarihinin bu talihsiz dönüşümünün tetikleyicilerinden biri soğuk savaşsa, diğeri Başkan Kennedy suikastıdır. Kennedy, 20. yüzyılın ortalarındaki kırılmayı geriye döndürebilecek ve insan haklarından dış politikaya kadar bir dizi alanda çok önemli reformları hayata geçirebilecek isimdi. Fakat yaptıkları ve daha önemlisi yapmak istedikleri, düzeni muhafaza etmek isteyen “derin devlet”in tepkisini çekti ve Kennedy ortadan kaldırıldı. Böylelikle Amerika’nın eski saflığını ve masumiyetini kazanma ihtimali de ortadan kaldırıldı.
Ondan sonra başkanlık koltuğuna, Kennedy suikastında parmağı olan Johnson, sorunlu Nixon ve kifayetsiz Carter geldi. Takvim 1980’leri gösterip sıra Reagan’a geldiğinde iş işten geçmişti.
3.      Vietnam

Amerika’nın masumiyetini yitirmesinin tarihteki en görkemli (ve ilk) örneklerinden biri Vietnam Savaşı’dır. Haksız, hatta zaman zaman uydurma gerekçeler; toplumun manipülasyonu; savaş adına yaşlı ve çocuk ayırt etmeden sayısız sivilin öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi; binlerce Amerikan gencinin bu savaşa gönderilerek ölüm, sakatlık veya Vietnam sendromu seçenekleriyle karşı karşıya bırakılması… Bize günümüzden aşina gelen bu görüntüler ilk olarak Vietnam topraklarında ortaya çıkmıştır.
4.      Mücadele

Amerikan devleti, meclisi, polisi, gizli örgütleri ve bu kurumların uzandığı ve şekillendirdiği medyayla, dev bir örgüte, neredeyse otomatik olarak işleyen bir makineye dönüşmüştür? Tek derdi, sahip olduğu gücü korumak ve genişletmektir.
Bu örgüte ve onun dayattığı düzene karşı çıkmak bireylerin görevidir. Kazanmanın hayal, kaybetmenin ise ciddi bir olasılık göründüğü bu mücadeleye girmekten her şeye rağmen kaçınmamak gerekir.

YAŞAM

 

The Hand-El

 

“Ben eski kafalı bir kızım. Yatakta sevişmeyi severim.”

Çizgi romancı Jonathan Lansdale (Michael Caine) hayal gücü geniş bir adam. Mesleğini, bu özelliğine borçlu. Ama herhalde o bile, bir süre önce trafik kazasında kopan elinin, son günlerde işlenen çeşitli cinayetlerin sanığı olacağını hayal edemezdi.

Lansdale’in kazada elini kaybetmesi, eşiyle arasının iyiden iyiye bozulmasına ve çok sevdiği “Mandro” isimli serinin çizerliği görevinden kovulmasına neden olmuştu. Geçimini sağlamak için öğretmenlik yapmaya başlayan Lansdale’le bağlantılı kişilerin birbiri ardına ölmesi, o günlere rastladı. Önce aralarında gizli bir ilişki olduğu iddia edilen güzel öğrencisi Stella Roche (Annie McEnroe), ardından aynı okulun öğretmenlerinden Brian Ferguson (Bruce McGill) hunharca öldürülünce gözler Lansdale’e çevrildi.
Polis tarafından yapılan açıklamada, Lansdale’in, cinayetlerin suçunu elinin üzerine attığı kaydediliyor. Ancak zanlının kafasının “karışık” olduğu da ekleniyor.
Suçlu Lansdale mi, yoksa eli mi? Bu sorunun cevabını çok yakında öğreneceğiz.
Belki de hiç öğrenemeyiz.

DIŞ HABERLER

 

Salvador

 

“Gerçeğe yaklaşmak zorundasın. Ama gerçeğe çok yaklaşırsan ölürsün.”

Richard Boyle (James Woods) bir gazeteci. Richard’a “kötü bir insan” demek kolay değil. Hatta tanısanız belki onu sevebilir, “bir akşam bir yerlerde iki kadeh rakı içip muhabbet etsek” diye düşünebilirsiniz. Ama doğruya doğru: Bencil, kaba ve küfürbaz bir heriftir. Daha doğrusu, herifti. Ta ki Salvador’a gidene kadar.
Richard, Salvador’da savaşı, ölümü ve merhametsizliği gördü. Karşısındaki tutsakları gözünü kırpmadan tek kurşunla öldüren kadını gördü. Cesetlerle kaplı tepecikleri gördü. Ama ona en az bunlar kadar acı veren bir şey daha vardı: Ülkesinin bu savaştaki rolü.
Savaşın dışında kalmayı ya da haklının yanında olmayı değil, meşhur “Amerikan ideallarini” savunmayı da değil, sadece çıkarlarını korumayı tercih eden bir Amerikan dış politikasıyla karşılaştı Richard. Konsolosluklardaki süslü partilere kendine özgü vurdumduymazlığıyla daldı, CIA’cilerle tartışırken lafını sakınmadı, insan haklarından dem vurdu. Yazık ki buruk bir gülümsemeyle karşılandı ve zamanın insan haklarının değil, paranın ve gücün zamanı olduğu kendisine alaycı bir nezaketle hatırlatıldı.
Richard’ın dünyaya ve ülkesine ilişkin derin bir hayal kırıklığı duyması kaçınılmazdı. Yine de kendince mücadele etti. Sonuçta bunları değiştirmeye gücü yetmediyse de kendisinin değiştiğini fark etti. O bencil, kaba ve küfürbaz herif gitti; yerine, sevdiği kadını kurtarmak için canını ortaya koyan ve gereğinde acı çekmekten gocunmayan bir adam geldi.
İçki içmek, birkaç kadınla yatmak ve sıkı bir fotoğraf çekmek için Salvador’a gitmişti, Salvador’da yeni bir Richard buldu.

SPOR

 

Any Given Sunday-Kazanma Hırsı

 

“Biz bu takımda o bir ‘inch’ için savaşırız.”

Son derece acımasız eğitimlerden geçirilerek birer savaş makinesinedönüştürülmüş adamlardan kurulu iki düşman ekip; ekiplerine yön ve taktik veren birer kumandan; bir tarafın galibiyetiyle sonuçlanacak amansız bir mücadele…
Vietnam Savaşı’ndan değil, bir Amerikan futbolu maçından söz ediyoruz. Eskiden, yani sporun araç değil amaç, paranın hedef değil sonuç ve galibiyetin ego tatmini değil onur belgesi olduğu günlerde, yukarda yaptığımız benzetmelerin tümünü abartı sayabilirdiniz. Oysa genelde profesyonel spor dallarının, özelde de Amerikan futbolunun bugün geldiği noktada gerçekleri dile getirmiş oluyoruz. Yolumuz yine aynı yere çıkmıyor mu? Eskinin güzelliği yok oluyor, yerini sığ ve açgözlü bir “yeni” alıyor.
Miami Sharks takımı bunun en güzel örneği… Bir yanda futbolu son derece saf duygularla seven ve fakat devirlerini tamamlayan teknik direktör Tony D’Amato (Al Pacino) ve emektar yıldız Jack Rooney (Dennis Quaid)… Diğer yanda hırslı, paragöz ve Makyavelist patroniçe Christina Pagniacci (Cameron Diaz) ve yükselen genç yıldız Willie Beamen (Jamie Foxx)… Yine bir yanda para, güç, çıkar, bireycilik, ahlaksızlık, merhametsizlik; diğer yanda dürüstlük, erdem, takım ruhu. Çağdaş Amerika’nın klasik ikilemi.
Her şeye rağmen, Jack’in Willie’nin “cehalet”ini anlayıp onu bağışlayabileceğine ve Willie’nin Jack’e saygı duyabileceğine inanmak istiyoruz. Galiba bu kadar yalanın ve karanlığın ortasında biraz umuda ihtiyacımız var.

ÖZEL DOSYA: VİETNAM

 

Platoon-Müfreze

 


Chris (Charlie Sheen) gibi genç ve masum bir adam nasıl olur da insana,Salvador’a giden gazeteci Richard Boyle’u hatırlatır?
Herhalde bu çağrışımın iki sebebi var. Bir kere, ikisi de zamanla “dünya hali”ne dair yeni fikirler ediniyor ve bu fikirler doğrultusunda kendi kavgalarını veriyor. İkincisi, bu değişim ve kavgalarının mekanlarının, Amerika’nın müdahale ettiği yabancı ülkeler olması.
Chris gönüllü olarak, “vatani görev” diye düşündüğü için bizzat eline silah aldı ve ülkesi adına savaştı. Sorun şu ki, “Bu savaş niye yapılıyor?”, “Kimler savaşıyor?”, “Asıl amaç ne?” gibi soruların cevapları, sandığından çok daha karmaşık ve belirsizdi.
Chris’in bu gerçeği anlaması zor olmadı. Katıldığı müfrezedeki komutanları, sırasıyla iyi ve kötünün cisimleşmiş halleri gibi duran Çavuş Elias (Willem Dafoe) ve Çavuş Barnes (Tom Berenger), Chris’e savaşta bile iki ayrı seçeneğin var olabileceğini gösterdiler. Elias o korkunç şartlar altında belli bir ahlaki duruşun sergilenebileceğine inanıyordu; halbuki Barnes’a kalırsa, karşı saftaki ulusun tüm mensupları ince eleyip sık dokunmadan öldürülmeliydi.
Siz yine de birbirlerinden bu kadar keskin çizgilerle ayrılmalarına aldanmayın. Elias’ın gerçeklerle başa çıkamadığı için ilaçlara, uyuşturuculara başvuran bir adam olduğunu ve savaşın aslında Barnes’ın “gerçekçi” tarifine daha uygun bir ortam olduğunu da aklınızdan çıkarmayın.
Kaldı ki bu adamlar sonuçta aynı sonu paylaştılar ve öldüler. Kaderin cilvesine bakın, ölümlerinin sorumlusu düşmanları değil, kendi arkadaşlarıydı. Sadeleştirirsek: Düşman kendileriydi.
Olan Chris’e oldu. Yani, koca bir nesile.
.

Born On The Fourth Of July-Doğum Günü 4 Temmuz

 

“Her şeyin bir anlam taşıdığı günleri hatırlıyor musun? Hani güvenecek bir şeylerimiz vardı. Hani henüz kaybolup gitmemiştik.”

Chris’in hikayesini, “müfreze”sini bırakıp helikoptere bindiği ve gökyüzünden Vietnam’ı seyrettiği yerde bırakmıştık. Ron Kovic’in (Tom Cruise) hikayesi oradan başlıyor denebilir. Belki de Ron, Chris’in geleceğidir.
Neden olmasın? Geçmişleri çok benziyor. Ron da tıpkı Chris gibi vatanı için savaşmak ve “çekik gözlü komünistleri” tepelemek için askere gönüllü yazıldı. Vatanı için savaştığı söylenebilir ama komünistleri tepelemek yerine önce yanlışlıkla bir arkadaşını öldürdü, sonra da göğsünden yediği bir kurşunla sakat kaldı.
Ülkesine döndüğünde onu ikinci bir şok bekliyordu: Savaş karşıtları. Ron’a savaştığı için teşekkür etmek şöyle dursun, ondan nefret ediyorlardı.
Ron gün gelip onların arasına katılacağını, amansız bir savaş karşıtına dönüşeceğini tahmin edebilir miydi? Uğruna savaştığı değerlerin, onu cepheye sürmek için uydurulmuş safsatalar olduğunu inanacağını hesaplayabilir miydi? Tekerlekli sandalyedeki halinin birilerini, “eksiksiz” halinden daha fazla ürküteceğini?
Onun kaybettiği masumiyeti değil çocukluğuydu.
İyi oldu. Ron, Vietnam’da büyüdü.

Heaven and Earth-Cennet ve Yeryüzü

 

“Cennetle yeryüzü arasında sıkışıp kalmak benim kaderim.”

Ülkesi Vietnam’da işkence gören, tecavüze uğrayan, fahişelik yapan ve bu sırada bir Amerikan askeri olan Steve Butler’la (Tommy Lee Jones) evlenerek Amerika’ya yerleşen Thi Le’nin (Le Ly Hiep) hikayesi, trajik başlangıcı ve görkemli finaliyle insanın bütün duygularını harekete geçirebilecek bir öykü.
Peki bu öyküyü bir de “Öyküdeki Adam=Amerika” ve “Öyküdeki Kadın=Vietnam” diye düşünerek özetlemeye ne dersiniz? Buyrun…
Adam kadına “sahip olmak” istedi. Adam kadını “kurtarmak” istedi.
Adam kadına sahip olarak onu kurtarabileceğini sandı, buna inanabilecek kadar ahmaktı. Yazık ki asıl kendisini kurtarması gerekiyordu.
Çünkü birkaç saniye içinde dünyanın en nazik ve masum adamından dünyanın en acımasız ve zalim adamına dönüşebiliyordu.
Mükemmel olmadığını biliyor ama sorunun ne olduğunu bir türlü çözemiyordu. Sorunun üzerine gitmektense, sorundan kaçmayı tercih ediyordu.
Sonunu kendi hazırladı. Öldü.
Adamın ölümü kadının yararına oldu. Adam öldükten sonra kadın canlandı, kendini buldu,

 

 

 

EKONOMİ

 

Wall Street-Borsa

 

“Hırs iyidir. Hırs güzeldir. Hırs işe yarar.”

Vatanını savunmak için orduya yazılıp Vietnam’a giden, orada bir “müfreze”yekatılan ve sonra bildiği her şeyin yalan olduğunu anlayan Chris’in hikayesini “Önce masumiyet öldü” başlıklı haberimizde anlatmıştık. Bud Fox’ın (Charlie Sheen) hikayesiyle onunki arasında müthiş benzerlikler var.
İkisi de saf ve temiz çocuklar. İkisi de bir ideal uğruna varlarını yoklarını ortaya koyuyor, yepyeni bir yola koyuluyorlar. Gerçi Bud, Vietnam’a değil borsaya gidiyor ama borsa dediğiniz de başka bir “cangıl”, başka bir savaş.
Benzerlikler burada bitmiyor. Chris’in karşısında, peşinden gidebileceği bir iyi, bir de kötü duruyordu ya… Bud’ın da öyle.
Onun “kötü”sü Gordon Gekko. Gekko, tıpkı Chris’in çavuşu Barnes gibi, “Acıyacağımız kimse yok, utanacağımız bir şey yok” diyor. Ele geçiriyor, parçalıyor, yıkıyor. Yeter ki kazansın. Zamanın rüzgarıyla şişiriyor yelkenini. Bud’ın masumiyetini de elinden alıyor. Zaten Bud da vermeye hazır.
Ama Chris’in çavuş Elias’ı varsa, Bud’ın da babası Carl var. Gekko’yla gün ve gece kadar zıt. Gekko genç, Carl yaşlı. Gekko beyaz yakalı, Carl mavi yakalı. Gekko rantçı, Carl işçi. Gekko düzenin savunucusu, Carl isyankar. Gekko yeni Amerika, Carl eskisi.
Ama Bud’la Chris’in birbirlerinden bir farkı var ki, az buz fark değil: Chris gördüklerinden ötürü şaşkındı, fakat ne olursa olsun, hangi yolu seçeceğini biliyordu. Oysa Bud’ın kafası karışık. Masumiyetinin değerini anlaması için önce elinden düşürmesi ve kırması gerekiyor. Sonra parçaları toplaması ve yapıştırması gerekecek. Cahil çocuk…
Gekko’yla Carl arasındaki çelişkide, Bud’ın ruhunun ibresi Gekko’dan yana kaydı, çünkü birçok erkek çocuğun bir dönem başına geldiği gibi, kendi babasının daha güçsüz, “vizyonsuz” ve hatta akılsız olduğu düşüncesine kapıldı. Gekko’da öyle bir baba buldu ki, o kadar harçlığı hiçbir baba vermez! Ancak Bud bir tek şeyi atladı: Kanı babasından geliyordu. Ait olduğu yer

 

YAŞAM

 

Talk Radio-Sırdaş Radyo

 

“İnsanların sizi sevmesi kadar sıkıcı bir şey olamaz.”

Ünlü radyo programcısı Barry Champlain (Eric Bogosian) dün gece çılgın bir dinleyicisi tarafından öldürüldü.
Aşırı uçlar arasında salınmayı görev kabul eden bir zihni, dürüstlükte ve açıksözlülükte sınır tanımazken sinir bozmayı doğal karşılayan bir dili vardı. Bu özellikleri ona geniş bir dinleyici dinleyici kitlesi ve sayısız düşman kazandırmıştı.
Hal böyle olunca, tehditlerle ve tehlikeyle içiçe yaşaması kaçınılmazdı. Bir keresinde kendisine gönderilen bir kutuyu elinde tutarken, gönderici olduğunu iddia eden birisi telefonla programa bağlanmış ve kutuda bomba olduğunu söylemişti. Champlain ne telefonu kesti, ne yayını durdurdu, ne de polisi aradı. Canlı yayında kutuyu açtı.
Kutuda bomba yoktu. Patlama olmadı. Champlain ölmedi. Kimbilir belki de buna üzülmüştür, ne de olsa ölümü içten içe severek ve onunla flört ederek yaşadı. Nihayet sevdiği kadını dün gece tavladı.
Champlain’in ölümü, insanlığın tarihi boyunca gündemde olan birtakım soruları bir kez daha gündeme getiriyor: Düşünceye sınır konmalı mı? Kimilerini kızdıracak fikirler hiç dile getirilmemeli mi? Düşünce özgürlüğü başkalarını öfkelendirdiğiniz yerde biter mi?

 

 

ARAŞTIRMA

 

JFK

“Artık aynanın öbür yanındayız, beyler. Siyahlar beyaz oldu, beyazlar siyah.”

Amerikan başkanı John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963’te, Dallas’ta LeeHarvey Oswald tarafından öldürülmedi. CIA’in, FBI’ın, mafyanın ve askeri istihbaratın dahil olduğu bir komplonun parçası olarak, planlı bir şekilde, ikişer kişiden (bir tetikçi ve bir gözcü) oluşan üç ekip tarafından öldürüldü. Aksini gösteren sayısız kanıta rağmen, derin devlet ve onun maşalığını üstlenen Warren Komisyonu’nun raporu, bu suikasti milliyetçi bir meczubun işi olarak gösterdi ve gerçeklerin üzerini örttü.
Bu paragraf sizi şaşırttı, sarstı, öfkelendirdi ya da güldürdü mü? Kimilerinin “deli saçması” olarak kabul ettiği bu iddiaları, miş’li geçmiş zaman kullanmadan yazmamızı, “okuru yanıltmak” ya da “gücümüzü kötüye kullanmak” olarak mı nitelersiniz? Peki yıllardır bizi yanıltanlara ve ellerindeki gücü kötüye kullananlara ne diyeceksiniz?
Eğer bize çok görmezseniz, bir kez olsun onların yöntemlerini kullanmak istedik. Bir kez olsun habercilik etiğini bir kenara bırakmak ve tüm kalbimizle inandığımız, gerçek olduklarından şüphe duymadığımız bu olguları, “öne sürüldü”, “iddia edildi” klişelerine yaslanmadan haykırmak istedik. Çünkü demokrasinin Amerika için çok önemli olduğuna inanıyoruz. Dahası, Jim Garrison’a (Kevin Costner) bir borcumuz olduğunu ve bu borcu ödememiz gerektiğini düşünüyoruz.
New Orleans savcısı Garrison, ABD tarihinde Kennedy suikastine ilişkin dava açan tek savcı olma unvanını ne yazık ki koruyor. Kennedy’nin aracının bulunduğu konvoyun güzergahının son dakikada değiştiğinden Lee Harvey Oswald’la bağlantılı kişilerin şüpheli ölümlerine kadar birçok gerçeği gündeme getiren, gün yüzüne çıkaran veya kanıtlayan Garrison, kariyerini, sağlığını ve ailesini tehlikeye atma pahasına Kennedy suikastini yıllarca araştırdı.
Tarihimizdeki en meşum olaylardan birini aydınlatmaya uğraşan bu cesur savcı bugüne kadar “şöhret budalası”ndan “komplo teorisi mıknatısı”na kadar birçok suçlamayla karşılaştı. Doğrusu, çok değerli bilgiler içermesine ve birçoğu sonradan kanıtlanmasına karşın (örneğin CIA yıllar sonra Clay Shaw’un kendi adına çalıştığını kabul etti), bizim için önemli olan Garrison’ın söyledikleri değil yaptıkları. Tutkusu zaman zaman onu yanıltmış olabilir, fakat Garrison, bugün artık birçok kimsenin kabul ettiği bir inancı (“Kennedy bir komploya kurban gitti, bu suikast demokrasiye indirilmiş bir darbeydi”) ilk dile getirenlerden biriydi. Amerika’nın, kurulduğu günlerdeki gibi, “halkın iktidarı”na dayanan bir ülke olduğuna inanmak istiyordu. Kendisine sunulan sözde gerçeği yutmaktansa, “büyük gerçeğin” peşine düştü.

MÜZİK

 

The Doors

 

“Bir cinayet planlayalım ya da yeni bir din başlatalım.”

Çocuktu. Yoldaydı. Arabanın arkasında oturuyordu.
Yolun kenarında yaralı bir Kızılderili gördü. Çocuk aklının tuhaf düzeneği, bu görüntüyü belleğine sertçe kazıdı.
Jim Morrison (Val Kilmer) o görüntünün kendisini niye bu kadar çarptığını hiç anlamadı. Bir şeylerin avucundan kayıp gidişi? Onunla aynı toprakları paylaşan, fakat bambaşka bir kültüre, inanca ve dünya görüşüne sahip birilerinin varlığının yarattığı yeni bilinç? Basit bir acı, kalp kırıklığı?
Öyle çok soru soran bir adam da değildi herhalde. En azından konu kendisi olunca kurcalamayı değil yaşamayı tercih ediyordu.
Yoldaydı. Gidiyordu. Hızlanıyordu.
Ölümden korkmuyordu, ölümden büyüleniyordu. (Tıpkı radyocu Barry Champlain gibi.) Hayatını da buna göre yaşadı. Kendini yavaş yavaş yok etmeyi bir tercih, marifet ya da felaket olarak değil, bir yaşama biçimi olarak gördü. Şarkılarında da “son”ları daha güzel anlattı.
Öldüğünde hâlâ çocuktu (30’una gelmemişti). Nihayet yolun sonuna gelmişti.
Yolun kenarında Kızılderili’yi yine gördü mü, orası meçhul.

TARİHTE BUGÜN

 

Nixon

 

“Savaşı durduramazsın, değil mi? İstesen de durduramazsın. Savaşın sebebi sen değilsin çünkü. Sebebi sistem.”
“Yurttaş Kane” olarak da bilinen Charles Foster Kane’in ölmeden önce söylediği son söz “Rosebud”, bir gazetecinin onun yaşam öyküsünü didik didik etmesine yol açmıştı. Gazetecilik içgüdüsüyle çıkılan bu yolculuk, sır perdesinin aralanmasından çok, Kane’in dev bir bilmece olduğunun anlaşılmasıyla noktalanmıştı.
Nixon’ın bu anlamda Kane’e benzediğini söylemek yanlış olmaz. Dönemin Beyaz Saray yöneticisi Harry Robbins Haldeman’la yaptığı önemli bir konuşmanın 18.5 dakikalık bölümünün, kaydedildiği teyp bantlarından silinmiş olması da Nixon’ın hayatındaki büyük kara delik, yani onun Rosebud’ı.
Nixon’ın en önemli özelliği kendi sınıfsal ve toplumsal kökenlerinin aksine Amerika’nın doğu yakasının gözde üniversitelerinden mezun bürokratların ve Wall Street’teki çakal spekülatörlerinin oluşturduğu “gizli hükümet mekanizması”ndan (kendi deyişiyle “Canavar”) nefret etmesiydi. Fakat o mekanizmayı alt edebilecek ya da ehlileştirebilecek bir birikime ve güce sahip olmadığını da içten içe biliyordu (bu eksikler tüm hayatını özetliyordu zaten). Herhalde bu yüzden sözkonusu mekanizma onu asla dişli bir düşman olarak görmedi.
Tıkır tıkır işleyen “Canavar”ın ördüğü ve kendi güçsüzlüğünün genişlettiği bir örümcek ağına yakalandığını fark ettiğinde tek yapabildiği koltuğuna sımsıkı yapışmaktı. Watergate skandalı hem sonunu getirdi, hem hayatındaki kara deliği Amerikan başkanlık tarihindeki bir kara deliğe dönüştürdü, hem de dünya üzerindeki tüm politik skandallara isim babalığı yaptı.
Beyaz Saray’daki Kennedy resmine bakıp “Sana baktıklarında ne olmak istediklerini görüyorlar, bana baktıklarında ne olduklarını görüyor” dediğini hayal ediyoruz. Belki de Nixon’dan bu kadar nefret etmemizin sebebi, o yarı-kurnaz ve acınası yüzüne baktığımızda kendimizle yüzleşmemizdi.


GÜNDEM

 

Natural Born Killers-Katil Doğanlar

 

“Mickey ve Mallory doğruyla yanlış arasındaki farkı bilmiyor değiller. Sadece umursamıyorlar.”
 Kan görmek istemez misiniz?
  İstersiniz, istersiniz.
Silah ve kan, bu aralar piyasanın en iyi giden malları. Cayır cayır satılıyor, bildiğiniz gibi değil. Markette değil, televizyonda satılıyor. Eminiz siz de almak istersiniz.
Çok iyi mallar var elimizde. Mickey (Woody Harrelson) var, Mallory (Juliette Lewis) var.
İkisi de gençler, güzeller. Tam televizyonun istediği gibi.
Bir tek kusurları var: Şiddeti çok seviyorlar. Cinayet işliyorlar.
Adam öldürmelerinin belli bir neden yok. Nedensizce. Öylesine. Durup dururken. Canları istediği için öldürüyorlar.
Cinayetlerinin karşılıksız kalmasını da istemiyorlar üstelik. Karşılığında şöhret bekliyorlar. Kamerayı şahit yazıyorlar.
Ve bütün bir ülke ekran başına kilitleniyor.
Yandaki sehpada cips ve kola. Kınıyorlar, lanetliyorlar. Hayranlıklarını bu duyguların ardına gizliyorlar.
Kamera güya Mickey ve Mallory’nin cinayetlerini kaydediyor. Aslında biz ekran başında kendimizi öldürüyoruz.
Başkalarının cinayeti kendi intiharımızdan daha çok ilgimizi çekiyor.