Komplo filmleri her zaman
izleyicinin ilgisini çekmeyi başarmıştır. Bu yüzden ekonomik beklentiler
üzerine kurulan hollywood sineması bunu sonuna kadar sömürmüştür. Öncelikle
“komplo teorisi” nin kavramsal tanımına bakalım:
Komplo teorisi, kamuoyu tarafından belli bir şekilde
algılanmış herhangi bir olay hakkında geliştirilmiş, kamuoyundan
saklandığı iddia edilen bilgilerle, gizli bilgilere veya olayın arkasındaki
görünmeyen güçlerle ilişkilendirilen alternatif açıklamalara
verilen addır. Bazı kişiler komplo teorileri üreten kişileri paranoyak, ilgi çekmeye uğraşan ya da yanlış
yönlendirmelerle toplumu yanıltarak bundan politik, ekonomik (ya
da medyatik)
çıkar sağlamaya çalışan kişiler olarak görür ve iddiaları gülünç ve önemsiz
kabul ederler. Öte yandan bu tip iddialar popüler kültür alanında her zaman
kendisine yer bulabilmiş, ilgi çekmeyi başarabilmiştir.
Bilimadamlarına göre komplo iddialarına yatkın toplumlar
uzun süreli politik, ekonomik veya ahlaki çöküntü yaşayan veya kendilerine
karşı önemli bir tehdit yöneldiğini düşünen insanlardır. Öte yandan, İngiliz sosyolog Mark
Fenster'a göre belgelendirilebilen pek çok komplo teorisinin fos
çıkması, bunların hepten önemsiz olmaları anlamına gelmiyor. Fenster, bu
teorilerin ortaya koyduğu gerçeğin, toplumda varolan sisteme karşı genel
güvensizlik ve özellikle herşeyin yüzeyde şeffaf ve özgür gözüktüğü demokratik
sistemlerde aslında alttan alta süregiden başka mekanizmaların varolduğuna dair
inançtır.
Sinemasal
anlamda ise bunu en büyük yansımaları Amerikan toplumunda gözlenmektedir. Çünkü yetmişli yıllarda yapılan birçok film
politik sorunlara ışık tutmaktadır.
Bunun nedeninin kısmen, liberalizmin yetmişli yılların ortalarında
yeşermesine katkıda bulunduğu popülist beklentileri karşılamaktaki başarısızlığında
aranması gerekmektedir. Bu tür filmlerde, CIA ve Amerikan Hükümetlerinin
güvenirliliği sorgulanmaktadır. Bir
güven krizi yaşandığının alarmını çalan kamuoyu, büyük çaplı kurumsal
değişimlere karşı da benzer bir güvensizlik oluşmuştu. ( Wallstreet)

Dönemin
ilk komplo filmlerinden olan Executive Action (1973), altmış başlarının
Demokrat Başkanı John Kennedy’ye yönelik sağ kanat bir suikast planını anlatır.
Filmde öne sürülen, Kennedy’nin fazla liberal olduğundan dolayı öldürüldüğüdür.
Suikastı düzenleyen muhafazakarlar, Kennedy’nin petrol tüketme istihkaklarını
düşüreceğinden, Sovyetler’le barış yapacağından, Vietnam’daki savaşı sona
erdireceğinden ve yurttaşlık hakları hareketlerinin güçlenmesine izin
vereceğinden korkmaktadır. Başlangıçta nüfuslu bir petrolcü komploya katılmayı
reddeder, fakat Kennedy’nin liberal görüşler içeren konuşmalarından kesitler
izleyince o da ikna olur.
Film
Kennedy suikastı etrafında yetmişli yılların başlarında olgunlaşan popüler
söylemi başarıyla aktarmasına karşın, sol liberal komplo filmleri türünün genel
geçer bir sorununu göz önüne serer. Bir komplo filminin öncülü izleyicide
önceden mevcut olan bir onaylamanın varlığına dayanır; buna türsel bir
onaylamada denebilir, çünkü izleyicinin western benzeri şablon film türlerine
getirmesi beklenen inanma ön eğilimini andırır. Gizli suikast hilesi, Birleşik
Devletlerde iktidarın gerçek bir yönünü dramatize etmesi açısından toplumsal
eleştirel özellikler taşır. İktidar, kendisini demokratik katılımdan, popülist
katılım eşitliği kurallarından ya da dürüstlükten kopuk, bayağı bir güç
sahipliği olarak sergilememek zorundadır.
Amerikan yaşamının popülist mizacı iktidardakileri sanki iktidarda
değilmişler, sanki yalnızca halkı ve onların çıkarlarını temsil ediyormuş gibi
davranmaya zorlar. Komplo filmi ise, sistemin üzerini örttüğü gerçek iktidar
yapılarını kişisel düzleme indirgenmiş bir gizli entrika hikayesine dönüştürmek
durumundadır. Burada söz konusu edilen entrikanın belirli bir sınıf ya da
iktidarın lehine çalıştığını kanıtlamak mümkünse de bu stratejinin nihai
başarısı popülist imgelemin dünyada ki kötülükleri kişisel boyutta algılayan ve
iktidarın sistemik özelliğini kavramaktan aciz paranoyak tarafını yakalamasında
yatar.

Executive
Action’da şifrelenmiş olan güvensizlik söylemi Alan Pakula’nın Kennedy’ninkine
benzer politik suikastları kurgusal olarak ele alan The Parallax View (1974)
filminde ve en önemli watergate filmlerinden biri olan Başkanın Adamlarında
(1976) daha da genişletilir. Bu iki film, Klute (1976) ile birlikte “paranoyak
üçleme” olarak anılan bir grup oluştururlar.
1975-76
arasında, watergate duruşmaları ve ifşaatlarının, Rocfefeller Komisyonunun,
Church ve Pike kongre soruşturmalarının ve CIA yolsuzluklarının popüler,
kültürel söyleme sızmaya başladığı bir dönemde, Hollywood ilk defa CIA’yı
eleştirel düzlemde ele almıştır.
Komplo
Filmlerine birkaç örnek vermek gerekirse;
Three
Days of the Condor/ Akbabanın Üç Günü
Komplo
teorileri denince akla ilk olarak 60'lı ve 70'li yıllar geliyor çünkü Amerikan
tarihine geçen Kennedy suikasti, Vietnam Savaşı, Watergate skandalı gibi
olaylar bu dönemde yaşandı. Ve sinema tarihinin en iyi siyasi gerilimlerinden
birçoğu bu dönemde çekildi. Three Days of the Condor/ Akbabanın Üç Günü de bu
dönemde çekilen başyapıtlardan biri.
Network/ Şebeke
70'lerin
paranoya ortamından bir gerilim başyapıtı daha... Faye Dunaway'ın başrolünde
olduğu 'Şebeke' hala güncelliğini koruyor.
No Way
Out/ Çıkış Yok
Kevin
Costner'ın en iyi filmleri arasında yer alan 'Çıkış Yok' usta işi finaliyle ve
gerilim dolu kovalamacalarıyla hatırlanıyor.
All The
President's Men/ Başkanın Tüm Adamları
Bürokratik
yozlaşmanın, başkan Nixon döneminde patlak veren yüzü olan 'Watergate'
skandalını inceleyen iki gazeteci, kısa sürede kendilerini müthiş bir komplolar
zincirinin içinde bulurlar. 70'lerin en sağlam gerilimlerinden 'Başkanın Tüm
Adamları'nda başrolde Robert Redford ve Dustin Hoffman var.
Böyle bir dünyanın içinde ise Oliver Stone'un bu yönünü görmek isterseniz kesinle JFK'yi izlerin derim.
Fakat stone sinemasıyla tanışmak isteyenlere önerim şu sıralamayla olacaktır;
1) Platoon
2) Naturel Born Killers
3) Heaven & Earth
4) Nixon
5) JFK
Bütün bunların yanı sıra Belgeselci tarafı ise göz ardı edilemez. Şuan konuşulmayan tarih üzerine bütün Amerikayı ayağa kaldıracak bir TV projesi üzerinde çalışıyor. İnsan kendine şunu sormaktan alı koyamıyor? Bu kadar bireysel eleştiri yapan bir ülke, samimiyeti konusunda ne kadar tatmin edici olabilir (!) Sistem, eksiklerini ve hatalarını göstererek aklanır mı?
Bir de şu var, oliver'ın yaptığını ben yapsam, mesela ağaoğlu ve iktadırın ortaklaşa paraları paylaşıp nasıl ağaç kestiklerini anlatan bir film yapsam.... komplo teorisi bu ya, film gereği işte... Bunun içinde kültür bakanlığından destek istesem... çok eğlenmez miyiz?
Benim eğlence anlayışım tartışılır ama birileri hayal ediyor ve yapıyor :)
Geyiği bırakıp kavramsal olarak stone için bir sinema manifestosu oluştursak şunları söylerdim:
1.
Masumiyetin kaybı ve geçmişe özlem
Amerika Birleşik Devletleri saflığını
ve masumiyetini kaybetmiştir. Yaklaşık 200 yıl önce çok değerli insanlar
tarafından, saygı duyulası prensipler üzerine inşa edilmiş olmakla birlikte,
Amerikan devleti köklerinde yatan o prensiplerden artık tümüyle uzaklaşmış
durumdadır.
Merhametin yerini acımasızlık,
cesaretin yerini gözü karalık, erdemin yerini ahlaksızlık, diğer gamlığın
yerini bencillik, dürüstlüğün yerini para ve güç avcılığı, yani çıkarcılık
almıştır.
Bu değişiklik yaşamın
her alanında kendini göstermektedir.
2.
John Fitzgerald Kennedy
Amerikan tarihinin bu talihsiz
dönüşümünün tetikleyicilerinden biri soğuk savaşsa, diğeri Başkan Kennedy
suikastıdır. Kennedy, 20. yüzyılın ortalarındaki kırılmayı geriye
döndürebilecek ve insan haklarından dış politikaya kadar bir dizi alanda çok
önemli reformları hayata geçirebilecek isimdi. Fakat yaptıkları ve daha
önemlisi yapmak istedikleri, düzeni muhafaza etmek isteyen “derin devlet”in tepkisini
çekti ve Kennedy ortadan kaldırıldı. Böylelikle Amerika’nın eski saflığını ve
masumiyetini kazanma ihtimali de ortadan kaldırıldı.
Ondan sonra başkanlık koltuğuna,
Kennedy suikastında parmağı olan Johnson, sorunlu Nixon ve kifayetsiz Carter
geldi. Takvim 1980’leri gösterip sıra Reagan’a geldiğinde iş işten geçmişti.
3.
Vietnam
Amerika’nın masumiyetini yitirmesinin
tarihteki en görkemli (ve ilk) örneklerinden biri Vietnam Savaşı’dır. Haksız,
hatta zaman zaman uydurma gerekçeler; toplumun manipülasyonu; savaş adına yaşlı
ve çocuk ayırt etmeden sayısız sivilin öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi;
binlerce Amerikan gencinin bu savaşa gönderilerek ölüm, sakatlık veya Vietnam
sendromu seçenekleriyle karşı karşıya bırakılması… Bize günümüzden aşina gelen
bu görüntüler ilk olarak Vietnam topraklarında ortaya çıkmıştır.
4.
Mücadele
Amerikan devleti, meclisi, polisi,
gizli örgütleri ve bu kurumların uzandığı ve şekillendirdiği medyayla, dev bir
örgüte, neredeyse otomatik olarak işleyen bir makineye dönüşmüştür? Tek derdi,
sahip olduğu gücü korumak ve genişletmektir.
Bu örgüte ve onun dayattığı düzene
karşı çıkmak bireylerin görevidir. Kazanmanın hayal, kaybetmenin ise ciddi bir
olasılık göründüğü bu mücadeleye girmekten her şeye rağmen kaçınmamak gerekir.
YAŞAM
The Hand-El
“Ben eski kafalı bir kızım. Yatakta sevişmeyi severim.”
Çizgi romancı Jonathan Lansdale
(Michael Caine) hayal gücü geniş bir adam. Mesleğini, bu özelliğine borçlu. Ama
herhalde o bile, bir süre önce trafik kazasında kopan elinin, son günlerde
işlenen çeşitli cinayetlerin sanığı olacağını hayal edemezdi.
Lansdale’in kazada elini kaybetmesi,
eşiyle arasının iyiden iyiye bozulmasına ve çok sevdiği “Mandro” isimli serinin
çizerliği görevinden kovulmasına neden olmuştu. Geçimini sağlamak için öğretmenlik
yapmaya başlayan Lansdale’le bağlantılı kişilerin birbiri ardına ölmesi, o
günlere rastladı. Önce aralarında gizli bir ilişki olduğu iddia edilen güzel
öğrencisi Stella Roche (Annie McEnroe), ardından aynı okulun öğretmenlerinden
Brian Ferguson (Bruce McGill) hunharca öldürülünce gözler Lansdale’e çevrildi.
Polis tarafından yapılan açıklamada,
Lansdale’in, cinayetlerin suçunu elinin üzerine attığı kaydediliyor. Ancak
zanlının kafasının “karışık” olduğu da ekleniyor.
Suçlu Lansdale mi, yoksa eli mi? Bu
sorunun cevabını çok yakında öğreneceğiz.
Belki de hiç öğrenemeyiz.
DIŞ HABERLER
Salvador
“Gerçeğe yaklaşmak zorundasın. Ama gerçeğe çok yaklaşırsan
ölürsün.”
Richard Boyle (James Woods) bir
gazeteci. Richard’a “kötü bir insan” demek kolay değil. Hatta tanısanız belki
onu sevebilir, “bir akşam bir yerlerde iki kadeh rakı içip muhabbet etsek” diye
düşünebilirsiniz. Ama doğruya doğru: Bencil, kaba ve küfürbaz bir heriftir.
Daha doğrusu, herifti. Ta ki Salvador’a gidene kadar.
Richard, Salvador’da savaşı, ölümü ve
merhametsizliği gördü. Karşısındaki tutsakları gözünü kırpmadan tek kurşunla
öldüren kadını gördü. Cesetlerle kaplı tepecikleri gördü. Ama ona en az bunlar
kadar acı veren bir şey daha vardı: Ülkesinin bu savaştaki rolü.
Savaşın dışında kalmayı ya da haklının yanında olmayı
değil, meşhur “Amerikan ideallarini” savunmayı da değil, sadece çıkarlarını
korumayı tercih eden bir Amerikan dış politikasıyla karşılaştı Richard.
Konsolosluklardaki süslü partilere kendine özgü vurdumduymazlığıyla daldı, CIA’cilerle
tartışırken lafını sakınmadı, insan haklarından dem vurdu. Yazık ki buruk bir
gülümsemeyle karşılandı ve zamanın insan haklarının değil, paranın ve gücün
zamanı olduğu kendisine alaycı bir nezaketle hatırlatıldı.
Richard’ın dünyaya ve ülkesine ilişkin
derin bir hayal kırıklığı duyması kaçınılmazdı. Yine de kendince mücadele etti.
Sonuçta bunları değiştirmeye gücü yetmediyse de kendisinin değiştiğini fark
etti. O bencil, kaba ve küfürbaz herif gitti; yerine, sevdiği kadını kurtarmak
için canını ortaya koyan ve gereğinde acı çekmekten gocunmayan bir adam geldi.
İçki içmek, birkaç kadınla yatmak ve
sıkı bir fotoğraf çekmek için Salvador’a gitmişti, Salvador’da yeni bir Richard
buldu.
SPOR
Any Given Sunday-Kazanma Hırsı
“Biz bu takımda o bir ‘inch’ için savaşırız.”
Son derece acımasız eğitimlerden geçirilerek birer savaş
makinesinedönüştürülmüş adamlardan kurulu iki düşman ekip; ekiplerine yön ve
taktik veren birer kumandan; bir tarafın galibiyetiyle sonuçlanacak amansız bir
mücadele…
Vietnam Savaşı’ndan değil, bir
Amerikan futbolu maçından söz ediyoruz. Eskiden, yani sporun araç değil amaç,
paranın hedef değil sonuç ve galibiyetin ego tatmini değil onur belgesi olduğu
günlerde, yukarda yaptığımız benzetmelerin tümünü abartı sayabilirdiniz. Oysa genelde
profesyonel spor dallarının, özelde de Amerikan futbolunun bugün geldiği
noktada gerçekleri dile getirmiş oluyoruz. Yolumuz yine aynı yere çıkmıyor mu?
Eskinin güzelliği yok oluyor, yerini sığ ve açgözlü bir “yeni” alıyor.
Miami Sharks takımı bunun en güzel
örneği… Bir yanda futbolu son derece saf duygularla seven ve fakat devirlerini
tamamlayan teknik direktör Tony D’Amato (Al Pacino) ve emektar yıldız Jack
Rooney (Dennis Quaid)… Diğer yanda hırslı, paragöz ve Makyavelist patroniçe
Christina Pagniacci (Cameron Diaz) ve yükselen genç yıldız Willie Beamen (Jamie
Foxx)… Yine bir yanda para, güç, çıkar, bireycilik, ahlaksızlık,
merhametsizlik; diğer yanda dürüstlük, erdem, takım ruhu. Çağdaş Amerika’nın
klasik ikilemi.
Her şeye rağmen, Jack’in Willie’nin “cehalet”ini
anlayıp onu bağışlayabileceğine ve Willie’nin Jack’e saygı duyabileceğine
inanmak istiyoruz. Galiba bu kadar yalanın ve karanlığın ortasında biraz umuda
ihtiyacımız var.
ÖZEL DOSYA: VİETNAM
Platoon-Müfreze
Chris (Charlie Sheen) gibi genç ve masum bir adam nasıl olur da
insana,Salvador’a giden gazeteci Richard Boyle’u hatırlatır?
Herhalde bu çağrışımın iki sebebi
var. Bir kere, ikisi de zamanla “dünya hali”ne dair yeni fikirler ediniyor ve
bu fikirler doğrultusunda kendi kavgalarını veriyor. İkincisi, bu değişim ve
kavgalarının mekanlarının, Amerika’nın müdahale ettiği yabancı ülkeler olması.
Chris gönüllü olarak, “vatani görev”
diye düşündüğü için bizzat eline silah aldı ve ülkesi adına savaştı. Sorun şu
ki, “Bu savaş niye yapılıyor?”, “Kimler savaşıyor?”, “Asıl amaç ne?” gibi
soruların cevapları, sandığından çok daha karmaşık ve belirsizdi.
Chris’in bu gerçeği anlaması zor
olmadı. Katıldığı müfrezedeki komutanları, sırasıyla iyi ve kötünün cisimleşmiş
halleri gibi duran Çavuş Elias (Willem Dafoe) ve Çavuş Barnes (Tom Berenger),
Chris’e savaşta bile iki ayrı seçeneğin var olabileceğini gösterdiler. Elias o
korkunç şartlar altında belli bir ahlaki duruşun sergilenebileceğine
inanıyordu; halbuki Barnes’a kalırsa, karşı saftaki ulusun tüm mensupları ince
eleyip sık dokunmadan öldürülmeliydi.
Siz yine de birbirlerinden bu kadar
keskin çizgilerle ayrılmalarına aldanmayın. Elias’ın gerçeklerle başa
çıkamadığı için ilaçlara, uyuşturuculara başvuran bir adam olduğunu ve savaşın
aslında Barnes’ın “gerçekçi” tarifine daha uygun bir ortam olduğunu da
aklınızdan çıkarmayın.
Kaldı ki bu adamlar sonuçta aynı sonu
paylaştılar ve öldüler. Kaderin cilvesine bakın, ölümlerinin sorumlusu
düşmanları değil, kendi arkadaşlarıydı. Sadeleştirirsek: Düşman kendileriydi.
Olan Chris’e oldu. Yani, koca bir
nesile.
.
Born On The Fourth Of
July-Doğum Günü 4 Temmuz
“Her şeyin bir anlam taşıdığı günleri hatırlıyor musun? Hani
güvenecek bir şeylerimiz vardı. Hani henüz kaybolup gitmemiştik.”
Chris’in hikayesini, “müfreze”sini bırakıp
helikoptere bindiği ve gökyüzünden Vietnam’ı seyrettiği yerde bırakmıştık. Ron
Kovic’in (Tom Cruise) hikayesi oradan başlıyor denebilir. Belki de Ron,
Chris’in geleceğidir.
Neden olmasın? Geçmişleri çok benziyor. Ron da tıpkı
Chris gibi vatanı için savaşmak ve “çekik gözlü komünistleri” tepelemek için
askere gönüllü yazıldı. Vatanı için savaştığı söylenebilir ama komünistleri
tepelemek yerine önce yanlışlıkla bir arkadaşını öldürdü, sonra da göğsünden
yediği bir kurşunla sakat kaldı.
Ülkesine döndüğünde onu ikinci bir
şok bekliyordu: Savaş karşıtları. Ron’a savaştığı için teşekkür etmek şöyle
dursun, ondan nefret ediyorlardı.
Ron gün gelip onların arasına
katılacağını, amansız bir savaş karşıtına dönüşeceğini tahmin edebilir miydi?
Uğruna savaştığı değerlerin, onu cepheye sürmek için uydurulmuş safsatalar
olduğunu inanacağını hesaplayabilir miydi? Tekerlekli sandalyedeki halinin
birilerini, “eksiksiz” halinden daha fazla ürküteceğini?
Onun kaybettiği masumiyeti değil
çocukluğuydu.
İyi oldu. Ron, Vietnam’da büyüdü.
Heaven and Earth-Cennet ve
Yeryüzü
“Cennetle yeryüzü arasında sıkışıp kalmak benim kaderim.”
Ülkesi Vietnam’da işkence gören,
tecavüze uğrayan, fahişelik yapan ve bu sırada bir Amerikan askeri olan Steve
Butler’la (Tommy Lee Jones) evlenerek Amerika’ya yerleşen Thi Le’nin (Le Ly
Hiep) hikayesi, trajik başlangıcı ve görkemli finaliyle insanın bütün
duygularını harekete geçirebilecek bir öykü.
Peki bu öyküyü bir de “Öyküdeki
Adam=Amerika” ve “Öyküdeki Kadın=Vietnam” diye düşünerek özetlemeye ne
dersiniz? Buyrun…
Adam kadına “sahip olmak” istedi.
Adam kadını “kurtarmak” istedi.
Adam kadına sahip olarak onu
kurtarabileceğini sandı, buna inanabilecek kadar ahmaktı. Yazık ki asıl
kendisini kurtarması gerekiyordu.
Çünkü birkaç saniye içinde dünyanın en nazik ve masum
adamından dünyanın en acımasız ve zalim adamına dönüşebiliyordu.
Mükemmel olmadığını biliyor ama
sorunun ne olduğunu bir türlü çözemiyordu. Sorunun üzerine gitmektense,
sorundan kaçmayı tercih ediyordu.
Sonunu kendi hazırladı. Öldü.
Adamın ölümü kadının yararına oldu. Adam öldükten sonra kadın
canlandı, kendini buldu,
EKONOMİ
Wall Street-Borsa
“Hırs iyidir. Hırs güzeldir. Hırs işe yarar.”
Vatanını savunmak için orduya yazılıp
Vietnam’a giden, orada bir “müfreze”yekatılan ve sonra bildiği her şeyin yalan
olduğunu anlayan Chris’in hikayesini “Önce masumiyet öldü” başlıklı haberimizde
anlatmıştık. Bud Fox’ın (Charlie Sheen) hikayesiyle onunki arasında müthiş
benzerlikler var.
İkisi de saf ve temiz çocuklar. İkisi
de bir ideal uğruna varlarını yoklarını ortaya koyuyor, yepyeni bir yola
koyuluyorlar. Gerçi Bud, Vietnam’a değil borsaya gidiyor ama borsa dediğiniz de
başka bir “cangıl”, başka bir savaş.
Benzerlikler burada bitmiyor.
Chris’in karşısında, peşinden gidebileceği bir iyi, bir de kötü duruyordu ya…
Bud’ın da öyle.
Onun “kötü”sü Gordon Gekko. Gekko,
tıpkı Chris’in çavuşu Barnes gibi, “Acıyacağımız kimse yok, utanacağımız bir
şey yok” diyor. Ele geçiriyor, parçalıyor, yıkıyor. Yeter ki kazansın. Zamanın
rüzgarıyla şişiriyor yelkenini. Bud’ın masumiyetini de elinden alıyor. Zaten
Bud da vermeye hazır.
Ama Chris’in çavuş Elias’ı varsa,
Bud’ın da babası Carl var. Gekko’yla gün ve gece kadar zıt. Gekko genç, Carl
yaşlı. Gekko beyaz yakalı, Carl mavi yakalı. Gekko rantçı, Carl işçi. Gekko
düzenin savunucusu, Carl isyankar. Gekko yeni Amerika, Carl eskisi.
Ama Bud’la Chris’in birbirlerinden
bir farkı var ki, az buz fark değil: Chris gördüklerinden ötürü şaşkındı, fakat
ne olursa olsun, hangi yolu seçeceğini biliyordu. Oysa Bud’ın kafası karışık.
Masumiyetinin değerini anlaması için önce elinden düşürmesi ve kırması
gerekiyor. Sonra parçaları toplaması ve yapıştırması gerekecek. Cahil çocuk…
Gekko’yla Carl arasındaki çelişkide, Bud’ın ruhunun ibresi
Gekko’dan yana kaydı, çünkü birçok erkek çocuğun bir dönem başına geldiği gibi,
kendi babasının daha güçsüz, “vizyonsuz” ve hatta akılsız olduğu düşüncesine
kapıldı. Gekko’da öyle bir baba buldu ki, o kadar harçlığı hiçbir baba vermez!
Ancak Bud bir tek şeyi atladı: Kanı babasından geliyordu. Ait olduğu yer
YAŞAM
Talk Radio-Sırdaş Radyo
“İnsanların sizi sevmesi kadar sıkıcı bir şey olamaz.”
Ünlü radyo programcısı Barry
Champlain (Eric Bogosian) dün gece çılgın bir dinleyicisi tarafından öldürüldü.
Aşırı uçlar arasında salınmayı görev
kabul eden bir zihni, dürüstlükte ve açıksözlülükte sınır tanımazken sinir
bozmayı doğal karşılayan bir dili vardı. Bu özellikleri ona geniş bir dinleyici
dinleyici kitlesi ve sayısız düşman kazandırmıştı.
Hal böyle olunca, tehditlerle ve
tehlikeyle içiçe yaşaması kaçınılmazdı. Bir keresinde kendisine gönderilen bir
kutuyu elinde tutarken, gönderici olduğunu iddia eden birisi telefonla programa
bağlanmış ve kutuda bomba olduğunu söylemişti. Champlain ne telefonu kesti, ne
yayını durdurdu, ne de polisi aradı. Canlı yayında kutuyu açtı.
Kutuda bomba yoktu. Patlama olmadı.
Champlain ölmedi. Kimbilir belki de buna üzülmüştür, ne de olsa ölümü içten içe
severek ve onunla flört ederek yaşadı. Nihayet sevdiği kadını dün gece tavladı.
Champlain’in ölümü, insanlığın tarihi
boyunca gündemde olan birtakım soruları bir kez daha gündeme getiriyor:
Düşünceye sınır konmalı mı? Kimilerini kızdıracak fikirler hiç dile
getirilmemeli mi? Düşünce özgürlüğü başkalarını öfkelendirdiğiniz yerde biter
mi?
ARAŞTIRMA
JFK
“Artık aynanın öbür yanındayız, beyler. Siyahlar beyaz oldu,
beyazlar siyah.”
Amerikan başkanı John Fitzgerald
Kennedy, 22 Kasım 1963’te, Dallas’ta LeeHarvey Oswald tarafından öldürülmedi.
CIA’in, FBI’ın, mafyanın ve askeri istihbaratın dahil olduğu bir komplonun
parçası olarak, planlı bir şekilde, ikişer kişiden (bir tetikçi ve bir gözcü)
oluşan üç ekip tarafından öldürüldü. Aksini gösteren sayısız kanıta rağmen,
derin devlet ve onun maşalığını üstlenen Warren Komisyonu’nun raporu, bu
suikasti milliyetçi bir meczubun işi olarak gösterdi ve gerçeklerin üzerini
örttü.
Bu paragraf sizi şaşırttı, sarstı,
öfkelendirdi ya da güldürdü mü? Kimilerinin “deli saçması” olarak kabul ettiği
bu iddiaları, miş’li geçmiş zaman kullanmadan yazmamızı, “okuru yanıltmak” ya
da “gücümüzü kötüye kullanmak” olarak mı nitelersiniz? Peki yıllardır bizi
yanıltanlara ve ellerindeki gücü kötüye kullananlara ne diyeceksiniz?
Eğer bize çok görmezseniz, bir kez
olsun onların yöntemlerini kullanmak istedik. Bir kez olsun habercilik etiğini
bir kenara bırakmak ve tüm kalbimizle inandığımız, gerçek olduklarından şüphe
duymadığımız bu olguları, “öne sürüldü”, “iddia edildi” klişelerine yaslanmadan
haykırmak istedik. Çünkü demokrasinin Amerika için çok önemli olduğuna
inanıyoruz. Dahası, Jim Garrison’a (Kevin Costner) bir borcumuz olduğunu ve bu
borcu ödememiz gerektiğini düşünüyoruz.
New Orleans savcısı Garrison, ABD
tarihinde Kennedy suikastine ilişkin dava açan tek savcı olma unvanını ne yazık
ki koruyor. Kennedy’nin aracının bulunduğu konvoyun güzergahının son dakikada
değiştiğinden Lee Harvey Oswald’la bağlantılı kişilerin şüpheli ölümlerine
kadar birçok gerçeği gündeme getiren, gün yüzüne çıkaran veya kanıtlayan
Garrison, kariyerini, sağlığını ve ailesini tehlikeye atma pahasına Kennedy
suikastini yıllarca araştırdı.
Tarihimizdeki en meşum olaylardan
birini aydınlatmaya uğraşan bu cesur savcı bugüne kadar “şöhret budalası”ndan
“komplo teorisi mıknatısı”na kadar birçok suçlamayla karşılaştı. Doğrusu, çok
değerli bilgiler içermesine ve birçoğu sonradan kanıtlanmasına karşın (örneğin
CIA yıllar sonra Clay Shaw’un kendi adına çalıştığını kabul etti), bizim için
önemli olan Garrison’ın söyledikleri değil yaptıkları. Tutkusu zaman zaman onu
yanıltmış olabilir, fakat Garrison, bugün artık birçok kimsenin kabul ettiği
bir inancı (“Kennedy bir komploya kurban gitti, bu suikast demokrasiye
indirilmiş bir darbeydi”) ilk dile getirenlerden biriydi. Amerika’nın,
kurulduğu günlerdeki gibi, “halkın iktidarı”na dayanan bir ülke olduğuna
inanmak istiyordu. Kendisine sunulan sözde gerçeği yutmaktansa, “büyük
gerçeğin” peşine düştü.
MÜZİK
The Doors
“Bir cinayet planlayalım ya da yeni bir din başlatalım.”
Çocuktu. Yoldaydı. Arabanın arkasında
oturuyordu.
Yolun kenarında yaralı bir
Kızılderili gördü. Çocuk aklının tuhaf düzeneği, bu görüntüyü belleğine sertçe
kazıdı.
Jim Morrison (Val Kilmer) o
görüntünün kendisini niye bu kadar çarptığını hiç anlamadı. Bir şeylerin
avucundan kayıp gidişi? Onunla aynı toprakları paylaşan, fakat bambaşka bir
kültüre, inanca ve dünya görüşüne sahip birilerinin varlığının yarattığı yeni
bilinç? Basit bir acı, kalp kırıklığı?
Öyle çok soru soran bir adam da
değildi herhalde. En azından konu kendisi olunca kurcalamayı değil yaşamayı
tercih ediyordu.
Yoldaydı. Gidiyordu. Hızlanıyordu.
Ölümden korkmuyordu, ölümden
büyüleniyordu. (Tıpkı radyocu Barry Champlain gibi.) Hayatını da buna göre
yaşadı. Kendini yavaş yavaş yok etmeyi bir tercih, marifet ya da felaket olarak
değil, bir yaşama biçimi olarak gördü. Şarkılarında da “son”ları daha güzel
anlattı.
Öldüğünde hâlâ çocuktu (30’una
gelmemişti). Nihayet yolun sonuna gelmişti.
Yolun kenarında Kızılderili’yi yine
gördü mü, orası meçhul.
TARİHTE BUGÜN
Nixon
“Savaşı durduramazsın, değil mi? İstesen de durduramazsın. Savaşın
sebebi sen değilsin çünkü. Sebebi sistem.”
“Yurttaş Kane” olarak da bilinen
Charles Foster Kane’in ölmeden önce söylediği son söz “Rosebud”, bir
gazetecinin onun yaşam öyküsünü didik didik etmesine yol açmıştı. Gazetecilik
içgüdüsüyle çıkılan bu yolculuk, sır perdesinin aralanmasından çok, Kane’in dev
bir bilmece olduğunun anlaşılmasıyla noktalanmıştı.
Nixon’ın bu anlamda Kane’e benzediğini söylemek yanlış
olmaz. Dönemin Beyaz Saray yöneticisi Harry Robbins Haldeman’la yaptığı önemli
bir konuşmanın 18.5 dakikalık bölümünün, kaydedildiği teyp bantlarından
silinmiş olması da Nixon’ın hayatındaki büyük kara delik, yani onun Rosebud’ı.
Nixon’ın en önemli özelliği kendi
sınıfsal ve toplumsal kökenlerinin aksine Amerika’nın doğu yakasının gözde
üniversitelerinden mezun bürokratların ve Wall Street’teki çakal
spekülatörlerinin oluşturduğu “gizli hükümet mekanizması”ndan (kendi deyişiyle
“Canavar”) nefret etmesiydi. Fakat o mekanizmayı alt edebilecek ya da
ehlileştirebilecek bir birikime ve güce sahip olmadığını da içten içe biliyordu
(bu eksikler tüm hayatını özetliyordu zaten). Herhalde bu yüzden sözkonusu
mekanizma onu asla dişli bir düşman olarak görmedi.
Tıkır tıkır işleyen “Canavar”ın
ördüğü ve kendi güçsüzlüğünün genişlettiği bir örümcek ağına yakalandığını fark
ettiğinde tek yapabildiği koltuğuna sımsıkı yapışmaktı. Watergate skandalı hem
sonunu getirdi, hem hayatındaki kara deliği Amerikan başkanlık tarihindeki bir
kara deliğe dönüştürdü, hem de dünya üzerindeki tüm politik skandallara isim
babalığı yaptı.
Beyaz Saray’daki Kennedy resmine bakıp
“Sana baktıklarında ne olmak istediklerini görüyorlar, bana baktıklarında ne
olduklarını görüyor” dediğini hayal ediyoruz. Belki de Nixon’dan bu kadar
nefret etmemizin sebebi, o yarı-kurnaz ve acınası yüzüne baktığımızda
kendimizle yüzleşmemizdi.
GÜNDEM
Natural Born Killers-Katil
Doğanlar
“Mickey ve Mallory doğruyla yanlış arasındaki farkı bilmiyor
değiller. Sadece umursamıyorlar.”
Kan görmek istemez misiniz?
İstersiniz, istersiniz.
Silah ve kan, bu aralar piyasanın en
iyi giden malları. Cayır cayır satılıyor, bildiğiniz gibi değil. Markette
değil, televizyonda satılıyor. Eminiz siz de almak istersiniz.
Çok iyi mallar var elimizde. Mickey
(Woody Harrelson) var, Mallory (Juliette Lewis) var.
İkisi de gençler, güzeller. Tam
televizyonun istediği gibi.
Bir tek kusurları var: Şiddeti çok seviyorlar. Cinayet işliyorlar.
Adam öldürmelerinin belli bir neden
yok. Nedensizce. Öylesine. Durup dururken. Canları istediği için öldürüyorlar.
Cinayetlerinin karşılıksız kalmasını
da istemiyorlar üstelik. Karşılığında şöhret bekliyorlar. Kamerayı şahit
yazıyorlar.
Ve bütün bir ülke ekran başına
kilitleniyor.
Yandaki sehpada cips ve kola.
Kınıyorlar, lanetliyorlar. Hayranlıklarını bu duyguların ardına gizliyorlar.
Kamera güya Mickey ve Mallory’nin
cinayetlerini kaydediyor. Aslında biz ekran başında kendimizi öldürüyoruz.
Başkalarının cinayeti kendi
intiharımızdan daha çok ilgimizi çekiyor.