Çılgın satranç oyuncusu,
Mesafeli duruşu, aşırı duysallığı ve
saplantılı detaycılığı ile STANLEY KUBRICK…
Birçok
eleştirmen ve sinema tarihçisi onu “tanrı” ilan etmiştir. Henüz otuzlu yaşların başındayken Amerika’da
adından sık sık söz ettirerek yeni yetişenlere model olmuş hatta eskilerinde
dikkatinden kaçmamıştır. Orson Welles
“genç
kuşak içinde Kubrick bir dev gibi karşıma çıkıyor” diyerek iyi bir tahminde
bulunmuştur.
Üzerine
birçok kitap, makale ve sayısız röportaj derlemesi olan “auteur” yönetmenlerden olan Kubrick için bir manifesto oluşturmaya
karar verişim ise ona duyduğum hayranlığın yazınsal halinden öte bir şey
değildir. İşte Kubrick manifestosu…
v
“Ben sinemayım”. Böyle bir iddiası olup olmadığını
bilmiyorum. Ama tasavvufta “ben tanrıyım (enel hak)” bilişini nasıl açıkladı
derviş olan, benim tanrıyı gördüğüm gözle tanrı da beni görür… İşte Kubrick’in
“ben sinemayım” gibi bir iddiası olmasa da, onun gözü sinema, sinemanın gözü
Kubrick olmuştur. Bunun en temel sebeplerinden birisi, işini yaşam tarzına
dönüştürmesi diyebiliriz. Amerikalı olsa da otuz yıla aşkın Londra da bir kale
de kendi krallığını kurmuştur. Malikânenin birçok odası iş için düzenlenmişken
bir yanda da ailesi ile olan özel yaşamını yine bu duvarlarda eş zamanlı yürütmeyi
başarmıştır. Ve bitmek bilmeyen bir açlıkla okuduğu kitapların bulunduğu
kütüphanesi onun bütün düşlerini yansıtacak arayışların sancılarını çektiği
yerdir. Belki de yatak odasına sadece beş adım mesafede, düşlerini kovalarken
“otomatik portakala” ilk karar verdiği anı anlamaya çalışın. Elinde kitap ve
beyninde arka arkaya sıralanmış sahneler. Yaratım anının parlayan enerjisiyle,
odadan çıkışı ve daha o an planlamaya başlayışı. İşte bunun için gereken zaman mekân
ve ortamın oluşturulması doğal şartlar altında kendiliğinden tabiat oluyorsa
“sen sinemasın” “ben sinemayım” “o sinema” demek çokta iddialı duyulmuyor.
v
Tek adam olmak. Stanley Kubrick bugün bizim kendi
sektörümüzde eleştirdiğimiz her şeyi yapan tek adam olma ekolünü, Hollywood
stüdyolarının katı kurallarına rağmen öncülüğünü yapanlardandır. Senaryolarını
titizlikle tek başına çalışır, destek aldığında ise onun taslakları üzerinden
yol alınırdı. Filmlerinin kurgusunu yapmakta ki ısrarcılığı yüzünden kendi
çalışma modelini oluşturmuş ve ciddi değişim getiren hareketlerin öncüsü
olmuştur. Bunun iyi bir şey olduğunu savunmak ya da savunmamak başka bir sürü
örneğin incelenmesi demek. Fakat Kubrick sinemasına baktığımızda, onun
samimiyetinin ve anlatı dilinde ki bütünlüğünün ancak bu şekilde izleyicisine
geçebileceğini görürüz. Ayrıca, kamerasının gösterdikleri dışında ki alt metni
bu kadar sağlam kurabilmesi, koşulsuz onun başından sonuna dek bütün sürece
elinin değmesiyle ilgilidir. Çok az insanın bunu başardığını biliyor olmak
sanırım bu tartışmanın kırılma noktalarını oluşturuyor. O yüzden maalesef
Kubrick, böyle yaptığı için başarılı bu yol izlenmelidir, diyemiyoruz. Tek
doğru ve tek denklemin olmadığı bir oluşum olan sinemada belki “dünyada ne
kadar ruh varsa o kadar tanrıya giden yol vardır” diyerek felsefik bir
yaklaşımda bulunabiliriz.
v
Detaylardan bütüne varım. Detaylarda ki mükemmeliyetçiliğine
bakarsak, şöyle bir şey görüyoruz. Sadece bir film yapmıyor, bir dünya kuruyor.
Ve bu dünyayı kurarken öylesine her şeyin tutarlı olmasını istiyor ki,
izleyicinin kafasında bunun bir film olduğuna dair bir ikileme izin vermek
istemiyor. Çünkü o, en başta yakaladığı parlak fikre hiçbir şeyin gölge
düşürmesini istemiyor. Bu yüzden en az hikâye kadar, mekân seçimleri, kostüm
seçimleri ve müzik gibi diğer sinema enstrümanlarına da kafa yoruyor. 2001 Uzay
Yolculuğunda dikkat çeken sahnelerden biri de Gary Lockwood’un bir Chopin valsi
eşliğinde santrifüjde egzersiz yaparken gösteren kısa sahneydi; Kubrick sahne
için bu parçayı seçmiş, çünkü 2001 deki zeki bir adamın egzersiz müziği olarak
Chopin’i seçeceğini düşünmüş.
v
İkircikli olma hali. Çelişkilere olan tarafsız yaklaşımı
ve entelektüel birikimin sinemasında derinlik kazandırması, onu farklı yapan
yönlerinden biridir. Kubrick, teknik anlamda kendini geliştirmek için koyduğu
bütün tavrına rağmen asıl farkını olaylara bakış açısıyla yansıtmıştır. Bu da
onun bilgiye ve yaşadığı hayata olan merakının bir sonucudur. Birçok filmde de
bu temayı açık bir şekilde gözler önüne serer. Hatta Full Metal Jacket’ta,
Joker isimli askerin yakasında ki peace işareti ile miğferinde ki “born to
killer” yazısı arasında ki tezatlığı diyaloglara dökerek bunu dile getirmiştir.
Ya da Otomatik Portakal’da, Alex’in hapishanede ki rahip ile arasında geçen
diyaloglar onu çelişkilerini ifade etme şeklinin başka bir örneğidir. Kubrick’e
2001’i çektikten sonra verdiği bir röportajda dünya dışı varlıklara inanıp
inanmadığı sorulmuş. Ve aynı çelişkili bakış ile bütün felsefesini yine
tamamlayıcı bir yanıt vermiştir. Demiştir ki “kısa bir zaman önce bir astronomun yazdıkları
sanırım benim etkilendiğim şeylerin başında geliyor; bazen yalnız olduğumuzu
bazen de olmadığımızı düşünüyorum. Her iki durumda bana aynı derecede şaşkınlık
veriyor”.
v
Görsel düşler! Kubrick filmlerinde muhteşem diyaloglara
ihtiyaç duymaz, o insanlara göstermenin anlatmaktan daha etkili olduğuna
inanır. Bir röportajından alıntı yaparak aynen aktarıyorum: “Görsel olarak ve müzik
yoluyla iletişim kurduğunuzda insanların içine hapsolduğu sözlü, dar
konseptlerin ötesine geçersiniz. Sözcüklerin oldukça öznel ve kısıtlı anlamları
vardır, dolayısıyla sanat eserinin insanın duygusal dünyasında ve bilinçaltında
yaratacağı etkileri kısıtlarlar. Filmlerde de bu durum geçerlidir, çünkü bir
filmde ki can alıcı noktalar sözcüklerle ifade edilen kısımlardadır. Onları
destekleyen duygular vardır ve siz sadece aktörlerin bu duyguyu yansıtmasını
sağlarsınız. Senaryo insanoğlunun icat ettiği en ketum yazı formudur. Ruhu ve
imgelemi yakalayıp yansıtmak zordur. Diyalogları yansıtabilirsiniz, ama senaryo
geleneğine bağlı kalırsanız tanımlamalarınızın çok kısa ve telegrafik olması
gerekir. Ne ruh ne de başka bir şey yaratabilirsiniz. 2001 de Arthur B. Clarke
ile yazdığımız senaryo yaklaşık 40 bin kelimelik bir metindi. Anlaşmanın,
bütçenin vb. temelini bu senaryo oluşturuyordu. Sonra o senaryodan Arthur ile
birlikte başka bir senaryo yazdık, en sonunda Arthur bu senaryodan uyarlayarak
kendi romanını kaleme aldı. Aslında sinema, yazılı esere oranla, müzik ve resme
daha yakın bir seviyede etkili oluyor ve elbette film, sözcüklere bağlı
kalmadan karmaşık konseptlerin ve soyutlamaların ifade edilmesine imkân
tanıyor. 2001 filmi, tıpkı müzik gibi, bilincimize dar bir şekilde sınırlanmış
deneyim alanlarına hapseden katı kültürel kalıplarda kısa devreye sebep olmayı
başarıyor ve duygusal algı alanlarına doğrudan temas ediyor. 2 saat 20 dak.
Süren filmde sadece 40 dakikalık bir diyalog var”.
v
Gözlem. Kendine kapılmamak adına açık
fikirli olabilmektir, Kubrick sineması. Birçok kişi bu ilk cümleye pek
katılmayacaktır. Çünkü Kubrick’in bütün süreçlere hakim olma çabası ya da kendi
yaratıcılığına dışarıdan etki almamak için gösterdiği direnişten
bahsedeceklerdir. Ve yine birçok kişi diyecektir ki, insanın en samimi
anlatımları kendinden gelendir. Bu tartışma uzun yıllardır süre gelmiştir ve
böyle de gidecektir. Ama olay Kubrick sinemasının manifestosunu yazmaksa
noktayı koyduğum yer ilk cümledir. Çünkü Kubrick’in kendi tatminini arayışı
kendi doğrularını anlatma peşinde oluşunda yatmaz. Çünkü heyecan duyarak
seçtiği hikâyelere bakarsanız eğer hepsi ciddi gözlem ve araştırma gerektiren
konulardır. Kubrick hiç savaşta bulunmamıştır ama Vietnam savaş filmlerinin en
iyi örneğini vermiştir. Çünkü o görsel bir anlatı oluştururken kendi arka
bahçesine bakmaktan çok, körleşmesine engel olacak bir çevreye kendini
bırakmıştır. Bu nokta da o çevrenin doğasına yönelerek başka arka bahçelerin
çiçeklerine su vermeyi tercih etmiştir. Bu yüzden farklı hikâyelerde, ortak
dili yakalaması bir mucize olarak onu sinema dehası yapmaktadır. Çünkü her şeye
rağmen yalın anlatı dilini korumuş ve imzasını her karede göstermeyi
başarmıştır.
v
Ruhsal kıvranış. Kubrick genel olarak insan doğasına
verilen dışsal zararlardan heyecan duymuş ve bunun üzerine anlatılarda
bulunmuştur. Onun ruhunun derinliklerinde insan olmanın gerektirdiği ütopik bir
dünya gizli olduğunu anlamak için biraz düşünmek yeterli gibi. Çünkü ne
anlatırsa anlatsın, insanlığın nasıl kendine zarar verebileceği gizli
kötülükler barındırdığı gerçeğini yansıtma şekli temelde öylece dimdik
durmaktadır. Pats of Glory’de Fransız askerleri öldüren Fransız silahlar, Dr.
Garipaşk’ta askeri kaçıkların nükleer bir bombayla dünyayı yok edişi, 2001’de insanüstü
bir makinenin hatası, Otomatik Portakal’da bilim otoritelerinin
araştırmalarında geldiği son nokta hep insan olma yolunda atılan riskli
adımların fenalıklar getiren sonuçlarıyla doludur. Aslında temelde aynı şeyi
söylemesine rağmen farklı hikâyeler seçiyor olması ise izleyiciye bir mesajı
doğrudan vermektense onun keşfedeceği bir alan bırakmanın işin sihri olduğuna
inanmasıdır. Bütün bu hikâyelerde yaşamın boş ve amaçsız olduğu gözler önüne
serilir. Meraklı bir gazeteci, Kubrick’e bütün bu filmlerden yola çıkarak, her
şeye rağmen hayatı yaşamaya değer olduğunu düşünüyor musunuz diye sorar. İşte
ustanın verdiği cevap; “ Faniliği ile başa çıkmayı başarmış kişiler için evet. Hayatın
anlamsızlığı insanın kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Mesela, çocuk olgunlaştıkça,
tüm çevresinde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın içindeki sonsuz iyiliğe olan
inancını kaybetmeye başlıyor. Ama eğer makul derecede güçlüyse ve şanslıysa
ruhun bu alacakaranlığından çıkıp yaşamın anlamına yeniden doğabilir. Hem
hayatın anlamsızlığının farkında olmasından dolayı hem de buna rağmen yepyeni
bir amaç ve onay duygusu yaratabilir. Doğduğu zaman taşıdığı saf merak
duygusunu yeniden elde edemez ama daha dayanıklı ve sürdürülebilir bir şey
şekillendirebilir. Evrenle ilgili en ürkütücü gerçek buranın düşmanca bir yer
olduğu değil, vasat bir yer olduğudur; fakat eğer bu vasatlıkla barışık olup
yaşamın, ölümün sınırlarını, içindeki zorlukları kabul edersek, bir ırk olarak
varlığımız gerçek bir anlam ve tatmin kazanabilir. Karanlık ne kadar uçsuz
bucaksız olursa olsun, kendi ışığımızı yakmalıyız.
v
Tekniğe olan hâkimiyet. Kubrick kendi kendine yetişmiş
insanlardandır. Babasının ona aldığı fotoğraf makinesiyle başladığı görüntü
toplama hali, ona yaratıcılığının sınırlarını zorlaması için basamak olmuş film
çekme kararı aldığında ise mecburen her şeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Birçok
parasızca yapılan işin insana kazandırdığı en büyük şeyin tecrübe olduğunu
hepimiz biliyoruz. Kendi kameranı kullanmakla başlar bu, doğal ışığı en iyi
şekilde anlatıya serpiştirmekle devam eder ve sonunda kurgu masasında bir
programa teslim olarak son bulur. İşte Kubrick, parasızlık ortamında film
yapmanın ona kazandıklarını, milyon dolarlık bütçeli işlerinde sonuna kadar
damıtmıştır. Otomatik portakalın kurgusunu yaparken ulaştığı noktada şunları
söylemekten çekinmemiştir. “Hiçbir sanat dalında kurgu yoktur. Kurgu sinemaya ait bir olgudur. Ben
kurgu masasına oturduğumda yazın ve çekimdeki bütün düşünselliğimden arınarak
bakarım ekrana. Fazla olan ya da gerek olmayan hiçbir görüntüyü kullanmam.
Kurgu doğası gereği kendi içinde yeni bir yaratım süreci başlatır ve ben ona
uyarım”. Stüdyolarda hiçbir yönetmen kendi
kurgusuna alınmaz iken, Kubrick’ in bunu aşarak kendi şartlarını kabul ettirmiş
olması dönemine oldukça ses getirmişti. Çünkü haklı olarak hiçbir stüdyo milyon
dolarlarını tek bir adamın inisiyatifine bırakmak istemiyordu. Fakat temelde
sonuç tek bir yerdir, izleyici tepkisi. Birçok eleştirmen, Kubrick filmlerini
ilk izlediklerinde sansasyonel yönde kötü eleştiriler yazsalar da, izleyici
kendi takdirini sinema salonlarını doldurarak Kubrick’in her zaman yanında
olmuştur. İnsan bu noktada düşünmeden edemiyor, eleştirmenlerden iyi not alan
sinemacılar izleyici bulamazken, eleştirmenlerin yerin dibine soktuğu filmlerin,
salonlarının dolup taşması nasıl bir ironidir. Seyirciden yoksun bir sinema
düşünülebilir mi?
Kubrick
hakkında söylenecek daha çok fazla şey olsa da onun felsefesiyle bırakalım
yazıyı. Merak eden keşfetmek için kendi yolculuğuna çıksın. Bir sanatçının
kendini en iyi ifade etme şekli yapıtlarıdır. Belki onu anlamak için sadece
onun filmlerine bakmak bile yeterli olabilir. İyi seyirler o vakit.
Saygılar,
Seyr-i Alemci...