15 Nisan 2013 Pazartesi


Çılgın satranç oyuncusu,
Mesafeli duruşu, aşırı duysallığı ve saplantılı detaycılığı ile   STANLEY KUBRICK…





Birçok eleştirmen ve sinema tarihçisi onu “tanrı” ilan etmiştir.  Henüz otuzlu yaşların başındayken Amerika’da adından sık sık söz ettirerek yeni yetişenlere model olmuş hatta eskilerinde dikkatinden kaçmamıştır. Orson Welles  “genç kuşak içinde Kubrick bir dev gibi karşıma çıkıyor” diyerek iyi bir tahminde bulunmuştur.

Üzerine birçok kitap, makale ve sayısız röportaj derlemesi olan “auteur” yönetmenlerden olan Kubrick için bir manifesto oluşturmaya karar verişim ise ona duyduğum hayranlığın yazınsal halinden öte bir şey değildir.  İşte Kubrick manifestosu…

v      Ben sinemayım”. Böyle bir iddiası olup olmadığını bilmiyorum. Ama tasavvufta “ben tanrıyım (enel hak)” bilişini nasıl açıkladı derviş olan, benim tanrıyı gördüğüm gözle tanrı da beni görür… İşte Kubrick’in “ben sinemayım” gibi bir iddiası olmasa da, onun gözü sinema, sinemanın gözü Kubrick olmuştur. Bunun en temel sebeplerinden birisi, işini yaşam tarzına dönüştürmesi diyebiliriz. Amerikalı olsa da otuz yıla aşkın Londra da bir kale de kendi krallığını kurmuştur. Malikânenin birçok odası iş için düzenlenmişken bir yanda da ailesi ile olan özel yaşamını yine bu duvarlarda eş zamanlı yürütmeyi başarmıştır. Ve bitmek bilmeyen bir açlıkla okuduğu kitapların bulunduğu kütüphanesi onun bütün düşlerini yansıtacak arayışların sancılarını çektiği yerdir. Belki de yatak odasına sadece beş adım mesafede, düşlerini kovalarken “otomatik portakala” ilk karar verdiği anı anlamaya çalışın. Elinde kitap ve beyninde arka arkaya sıralanmış sahneler. Yaratım anının parlayan enerjisiyle, odadan çıkışı ve daha o an planlamaya başlayışı. İşte bunun için gereken zaman mekân ve ortamın oluşturulması doğal şartlar altında kendiliğinden tabiat oluyorsa “sen sinemasın” “ben sinemayım” “o sinema” demek çokta iddialı duyulmuyor.







v      Tek adam olmak. Stanley Kubrick bugün bizim kendi sektörümüzde eleştirdiğimiz her şeyi yapan tek adam olma ekolünü, Hollywood stüdyolarının katı kurallarına rağmen öncülüğünü yapanlardandır. Senaryolarını titizlikle tek başına çalışır, destek aldığında ise onun taslakları üzerinden yol alınırdı. Filmlerinin kurgusunu yapmakta ki ısrarcılığı yüzünden kendi çalışma modelini oluşturmuş ve ciddi değişim getiren hareketlerin öncüsü olmuştur. Bunun iyi bir şey olduğunu savunmak ya da savunmamak başka bir sürü örneğin incelenmesi demek. Fakat Kubrick sinemasına baktığımızda, onun samimiyetinin ve anlatı dilinde ki bütünlüğünün ancak bu şekilde izleyicisine geçebileceğini görürüz. Ayrıca, kamerasının gösterdikleri dışında ki alt metni bu kadar sağlam kurabilmesi, koşulsuz onun başından sonuna dek bütün sürece elinin değmesiyle ilgilidir. Çok az insanın bunu başardığını biliyor olmak sanırım bu tartışmanın kırılma noktalarını oluşturuyor. O yüzden maalesef Kubrick, böyle yaptığı için başarılı bu yol izlenmelidir, diyemiyoruz. Tek doğru ve tek denklemin olmadığı bir oluşum olan sinemada belki “dünyada ne kadar ruh varsa o kadar tanrıya giden yol vardır” diyerek felsefik bir yaklaşımda bulunabiliriz.




v      Detaylardan bütüne varım. Detaylarda ki mükemmeliyetçiliğine bakarsak, şöyle bir şey görüyoruz. Sadece bir film yapmıyor, bir dünya kuruyor. Ve bu dünyayı kurarken öylesine her şeyin tutarlı olmasını istiyor ki, izleyicinin kafasında bunun bir film olduğuna dair bir ikileme izin vermek istemiyor. Çünkü o, en başta yakaladığı parlak fikre hiçbir şeyin gölge düşürmesini istemiyor. Bu yüzden en az hikâye kadar, mekân seçimleri, kostüm seçimleri ve müzik gibi diğer sinema enstrümanlarına da kafa yoruyor. 2001 Uzay Yolculuğunda dikkat çeken sahnelerden biri de Gary Lockwood’un bir Chopin valsi eşliğinde santrifüjde egzersiz yaparken gösteren kısa sahneydi; Kubrick sahne için bu parçayı seçmiş, çünkü 2001 deki zeki bir adamın egzersiz müziği olarak Chopin’i seçeceğini düşünmüş.



v      İkircikli olma hali. Çelişkilere olan tarafsız yaklaşımı ve entelektüel birikimin sinemasında derinlik kazandırması, onu farklı yapan yönlerinden biridir. Kubrick, teknik anlamda kendini geliştirmek için koyduğu bütün tavrına rağmen asıl farkını olaylara bakış açısıyla yansıtmıştır. Bu da onun bilgiye ve yaşadığı hayata olan merakının bir sonucudur. Birçok filmde de bu temayı açık bir şekilde gözler önüne serer. Hatta Full Metal Jacket’ta, Joker isimli askerin yakasında ki peace işareti ile miğferinde ki “born to killer” yazısı arasında ki tezatlığı diyaloglara dökerek bunu dile getirmiştir. Ya da Otomatik Portakal’da, Alex’in hapishanede ki rahip ile arasında geçen diyaloglar onu çelişkilerini ifade etme şeklinin başka bir örneğidir. Kubrick’e 2001’i çektikten sonra verdiği bir röportajda dünya dışı varlıklara inanıp inanmadığı sorulmuş. Ve aynı çelişkili bakış ile bütün felsefesini yine tamamlayıcı bir yanıt vermiştir. Demiştir ki “kısa bir zaman önce bir astronomun yazdıkları sanırım benim etkilendiğim şeylerin başında geliyor; bazen yalnız olduğumuzu bazen de olmadığımızı düşünüyorum. Her iki durumda bana aynı derecede şaşkınlık veriyor”.



v      Görsel düşler! Kubrick filmlerinde muhteşem diyaloglara ihtiyaç duymaz, o insanlara göstermenin anlatmaktan daha etkili olduğuna inanır. Bir röportajından alıntı yaparak aynen aktarıyorum: “Görsel olarak ve müzik yoluyla iletişim kurduğunuzda insanların içine hapsolduğu sözlü, dar konseptlerin ötesine geçersiniz. Sözcüklerin oldukça öznel ve kısıtlı anlamları vardır, dolayısıyla sanat eserinin insanın duygusal dünyasında ve bilinçaltında yaratacağı etkileri kısıtlarlar. Filmlerde de bu durum geçerlidir, çünkü bir filmde ki can alıcı noktalar sözcüklerle ifade edilen kısımlardadır. Onları destekleyen duygular vardır ve siz sadece aktörlerin bu duyguyu yansıtmasını sağlarsınız. Senaryo insanoğlunun icat ettiği en ketum yazı formudur. Ruhu ve imgelemi yakalayıp yansıtmak zordur. Diyalogları yansıtabilirsiniz, ama senaryo geleneğine bağlı kalırsanız tanımlamalarınızın çok kısa ve telegrafik olması gerekir. Ne ruh ne de başka bir şey yaratabilirsiniz. 2001 de Arthur B. Clarke ile yazdığımız senaryo yaklaşık 40 bin kelimelik bir metindi. Anlaşmanın, bütçenin vb. temelini bu senaryo oluşturuyordu. Sonra o senaryodan Arthur ile birlikte başka bir senaryo yazdık, en sonunda Arthur bu senaryodan uyarlayarak kendi romanını kaleme aldı. Aslında sinema, yazılı esere oranla, müzik ve resme daha yakın bir seviyede etkili oluyor ve elbette film, sözcüklere bağlı kalmadan karmaşık konseptlerin ve soyutlamaların ifade edilmesine imkân tanıyor. 2001 filmi, tıpkı müzik gibi, bilincimize dar bir şekilde sınırlanmış deneyim alanlarına hapseden katı kültürel kalıplarda kısa devreye sebep olmayı başarıyor ve duygusal algı alanlarına doğrudan temas ediyor. 2 saat 20 dak. Süren filmde sadece 40 dakikalık bir diyalog var”.

v      Gözlem. Kendine kapılmamak adına açık fikirli olabilmektir, Kubrick sineması. Birçok kişi bu ilk cümleye pek katılmayacaktır. Çünkü Kubrick’in bütün süreçlere hakim olma çabası ya da kendi yaratıcılığına dışarıdan etki almamak için gösterdiği direnişten bahsedeceklerdir. Ve yine birçok kişi diyecektir ki, insanın en samimi anlatımları kendinden gelendir. Bu tartışma uzun yıllardır süre gelmiştir ve böyle de gidecektir. Ama olay Kubrick sinemasının manifestosunu yazmaksa noktayı koyduğum yer ilk cümledir. Çünkü Kubrick’in kendi tatminini arayışı kendi doğrularını anlatma peşinde oluşunda yatmaz. Çünkü heyecan duyarak seçtiği hikâyelere bakarsanız eğer hepsi ciddi gözlem ve araştırma gerektiren konulardır. Kubrick hiç savaşta bulunmamıştır ama Vietnam savaş filmlerinin en iyi örneğini vermiştir. Çünkü o görsel bir anlatı oluştururken kendi arka bahçesine bakmaktan çok, körleşmesine engel olacak bir çevreye kendini bırakmıştır. Bu nokta da o çevrenin doğasına yönelerek başka arka bahçelerin çiçeklerine su vermeyi tercih etmiştir. Bu yüzden farklı hikâyelerde, ortak dili yakalaması bir mucize olarak onu sinema dehası yapmaktadır. Çünkü her şeye rağmen yalın anlatı dilini korumuş ve imzasını her karede göstermeyi başarmıştır.






v      Ruhsal kıvranış. Kubrick genel olarak insan doğasına verilen dışsal zararlardan heyecan duymuş ve bunun üzerine anlatılarda bulunmuştur. Onun ruhunun derinliklerinde insan olmanın gerektirdiği ütopik bir dünya gizli olduğunu anlamak için biraz düşünmek yeterli gibi. Çünkü ne anlatırsa anlatsın, insanlığın nasıl kendine zarar verebileceği gizli kötülükler barındırdığı gerçeğini yansıtma şekli temelde öylece dimdik durmaktadır. Pats of Glory’de Fransız askerleri öldüren Fransız silahlar, Dr. Garipaşk’ta askeri kaçıkların nükleer bir bombayla dünyayı yok edişi, 2001’de insanüstü bir makinenin hatası, Otomatik Portakal’da bilim otoritelerinin araştırmalarında geldiği son nokta hep insan olma yolunda atılan riskli adımların fenalıklar getiren sonuçlarıyla doludur. Aslında temelde aynı şeyi söylemesine rağmen farklı hikâyeler seçiyor olması ise izleyiciye bir mesajı doğrudan vermektense onun keşfedeceği bir alan bırakmanın işin sihri olduğuna inanmasıdır. Bütün bu hikâyelerde yaşamın boş ve amaçsız olduğu gözler önüne serilir. Meraklı bir gazeteci, Kubrick’e bütün bu filmlerden yola çıkarak, her şeye rağmen hayatı yaşamaya değer olduğunu düşünüyor musunuz diye sorar. İşte ustanın verdiği cevap; “ Faniliği ile başa çıkmayı başarmış kişiler için evet. Hayatın anlamsızlığı insanın kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Mesela, çocuk olgunlaştıkça, tüm çevresinde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın içindeki sonsuz iyiliğe olan inancını kaybetmeye başlıyor. Ama eğer makul derecede güçlüyse ve şanslıysa ruhun bu alacakaranlığından çıkıp yaşamın anlamına yeniden doğabilir. Hem hayatın anlamsızlığının farkında olmasından dolayı hem de buna rağmen yepyeni bir amaç ve onay duygusu yaratabilir. Doğduğu zaman taşıdığı saf merak duygusunu yeniden elde edemez ama daha dayanıklı ve sürdürülebilir bir şey şekillendirebilir. Evrenle ilgili en ürkütücü gerçek buranın düşmanca bir yer olduğu değil, vasat bir yer olduğudur; fakat eğer bu vasatlıkla barışık olup yaşamın, ölümün sınırlarını, içindeki zorlukları kabul edersek, bir ırk olarak varlığımız gerçek bir anlam ve tatmin kazanabilir. Karanlık ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun, kendi ışığımızı yakmalıyız.

v      Tekniğe olan hâkimiyet. Kubrick kendi kendine yetişmiş insanlardandır. Babasının ona aldığı fotoğraf makinesiyle başladığı görüntü toplama hali, ona yaratıcılığının sınırlarını zorlaması için basamak olmuş film çekme kararı aldığında ise mecburen her şeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Birçok parasızca yapılan işin insana kazandırdığı en büyük şeyin tecrübe olduğunu hepimiz biliyoruz. Kendi kameranı kullanmakla başlar bu, doğal ışığı en iyi şekilde anlatıya serpiştirmekle devam eder ve sonunda kurgu masasında bir programa teslim olarak son bulur. İşte Kubrick, parasızlık ortamında film yapmanın ona kazandıklarını, milyon dolarlık bütçeli işlerinde sonuna kadar damıtmıştır. Otomatik portakalın kurgusunu yaparken ulaştığı noktada şunları söylemekten çekinmemiştir. “Hiçbir sanat dalında kurgu yoktur. Kurgu sinemaya ait bir olgudur. Ben kurgu masasına oturduğumda yazın ve çekimdeki bütün düşünselliğimden arınarak bakarım ekrana. Fazla olan ya da gerek olmayan hiçbir görüntüyü kullanmam. Kurgu doğası gereği kendi içinde yeni bir yaratım süreci başlatır ve ben ona uyarım”.  Stüdyolarda hiçbir yönetmen kendi kurgusuna alınmaz iken, Kubrick’ in bunu aşarak kendi şartlarını kabul ettirmiş olması dönemine oldukça ses getirmişti. Çünkü haklı olarak hiçbir stüdyo milyon dolarlarını tek bir adamın inisiyatifine bırakmak istemiyordu. Fakat temelde sonuç tek bir yerdir, izleyici tepkisi. Birçok eleştirmen, Kubrick filmlerini ilk izlediklerinde sansasyonel yönde kötü eleştiriler yazsalar da, izleyici kendi takdirini sinema salonlarını doldurarak Kubrick’in her zaman yanında olmuştur. İnsan bu noktada düşünmeden edemiyor, eleştirmenlerden iyi not alan sinemacılar izleyici bulamazken, eleştirmenlerin yerin dibine soktuğu filmlerin, salonlarının dolup taşması nasıl bir ironidir. Seyirciden yoksun bir sinema düşünülebilir mi?


Kubrick hakkında söylenecek daha çok fazla şey olsa da onun felsefesiyle bırakalım yazıyı. Merak eden keşfetmek için kendi yolculuğuna çıksın. Bir sanatçının kendini en iyi ifade etme şekli yapıtlarıdır. Belki onu anlamak için sadece onun filmlerine bakmak bile yeterli olabilir. İyi seyirler o vakit.

Saygılar,

Seyr-i Alemci...




2 Nisan 2013 Salı

sakıncalı düşünceler



Sakıncası yok ki dünyanın
Kimse kimseye dokunmuyorken…
Sakıncası yok ki sevmenin
Sevilmeyi beklemiyorken…
Sakıncalı düşüncelerin varsa bile kendine sakla
Bil ki senden başkaları da var…
Sakladığın şeyler sadece düşüncelerin değil aslında
Senden uzakta yaratılmış bir eserken sen
Hissettiklerin rüzgardan nağmeler değil mi sadece
Sakıncası yok ki notaların
Parmaklarından çıkan yüreğinken
Kafamın içinde ki bırak sana kalsın…
Alem değil mi çemberin içindekiler
Senin içindekiler bırak alemin dışında kalsın…
Yüreğini ortaya koyamazsın ki, ortalık kalabalık
Ortalık şıllık..ortalık düzen dolu düzülen dolu…
Susalım birlikteyken sessiz çığlıklarımız olsun çocuklarımız
Sakıncası yok ki biz birlikte susarken dünya ağlamış
Gülmeler yalanken sakıncası yok ki acıların…